Şah-ı Hazne’nin Nasihatleri
[dropcap]Ş[/dropcap]eyh Muhammed Diyaüddin k.s. hazretlerinin halifelerinden, Suriye topraklarında irşad halkası kuran ve Şah-ı Hazne unvanıyla bilinen Şeyh Ahmed el-Haznevi k.s. hazretleri, müminlere rehber niteliğindeki nasihatlarından birinde şöyle buyurmuştur:“Kardeşinin ayıplarını açığa vurma! Onları sakla ki kendi ayıplarını bilesin.“
“İnsanın selameti dilini muhafaza etmesindedir, Edebi olmayan kimse ruhsuz bir cesede benzer.“
“Başkasında çirkin bulduğun şeyi kendin için de çirkin bil.“
“Yalnız kendi fikrini beğenen kimse doğruluktan sapar.“
“Nefsinin arzusu aklına galip gelen kimse helak olur. İşlerin sonunu düşünen kimse ise belalardan kurtulur.“
“Efendimiz s.a.v, “İnsanlara derecelerine göre muamele ediniz.” buyurmuştur. Kişi tevazusu ile ikrama ulaşır. Tevazu, şerefin çoğalmasıdır.“
“İlim ve edep, köleyi efendi yapar. Fazilet, ilim ve edep iledir.“
“Nefsinden razı olan kimsenin küskünleri çok olur.“
“Cevap vermekte acele eden kimse, doğru cevap verme hususunda hataya düşer.“
“Bir kimse neyi seviyorsa, ondan çok bahseder.“
“Bir konuda sükût etmekten dolayı oluşan pişmanlık, konuşmaktan dolayı oluşan pişmanlıktan daha hayırlıdır. Sırrını gizleyen kimse muradına erer. Çok konuşan zelil olur.“
“İnsanların kendisine yaptığı bir iyiliğe karşı teşekkür etmeyen kimse, verilen nimet sebebiyle Allah’a da şükretmemiş olur. iyilik yapanın iyiliğini ret edip, teşekkür etmemek büyük günahtır.“
Şemr kabilesinin reisi Süfûk b. Fâris anlatır:
“Mevlâna Halid k.s. hazretleri, halifeleri ve müridleri ile bir kervana katılmış, Bağdat’tan Şam’a doğru yola çıkmıştı. Şam’a yaklaştıklarında ben ve kabilem, kafileyi soymak için oraya geldik. Nihayet kafile göründü, işimizi yapmak üzere harekete geçtik.
Kafileye yaklaştığımız esnada atı üzerinde beyaz elbiseli bir adam ortaya çıktı, bir anda bizimle kafile arasında perde oldu. O kişi gözümüze o kadar büyük görünüyordu ki, sahrada ondan başkasını göremiyorduk.
Bu halden dolayı büyük bir korkuya kapılıp titremeye başladık. Elimizden mızraklarımız düşmüştü. Bazılarımız hadisenin dehşetiyle atından düşmüş, bazılarımız da “Bizi affedin, aman diliyoruz!” diye ağlamaya başlamıştı.
Bu halden sonra kafile bize tekrar göründü. Anladık ki bu kafile içinde Allah dostlarından biri var. Kafileye gelip Mevlâna Halid k.s. hazretlerini görünce hemen ayaklarına kapanıp af diledik.
Hazret, davetimizi kabul ederek konakladığımız yere geldi. Onun gelişinin şerefine develer kestik. Fakat kendisi bunlardan hiçbir şey yemeyip hepsini fakirlere dağıttırdı. Hazret, bundan sonra kalkıp Şam’a gitti.”
Hadiseyi rivayet eden İbrahim Fasih Haydarî (RHA) Süfûk isimli bu zatın Bağdat’a her geldiğinde çevresindekilere bu hadiseyi anlattığını ifade eder ve şöyle devam eder:
Mevlâna Halid k.s. hazretlerinin halifesi, amcam Seyyid Ubeydullah Haydarî k.s. bu hadiseyle ilgili şunları anlatmıştı;
“Kafileyi soymak üzere harekete geçen eşkiyaları gördüğümüzde kafiledekiler korkmuşlar, çok sıkıntıya düşmüşler ve efendimiz Mevlâna Halid’den yardım istemişlerdi. Bunun üzerine Hazret atına bindi ve tek başına bir arslan gibi kafilenin önüne geçti. Yerden bir avuç toprak alıp ona okudu ve soygunculara doğru savurdu. Bundan sonra eşkiyalar bir anda gözden kayboldu, hiç kimseyi göremez olduk. Bir müddet sonra kafileyi basanlar ortaya çıktılar ve itaatkâr bir hal ile gelip Mevlâna Halid’in ayaklarına kapandılar.”
Niyete Dair
Sadat-ı Kiram’ın büyüklerinden, Seyda unvanıyla meşhur olan Şeyh Abdurrahman-ı Tahî k.s. hazretleri bir sohbetinde şöyle buyurmuştur:
“Samimi bir müridlik ancak hâlis ve doğru bir niyetle olur. Niyetin esası Şeriat’a riayet, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadına bağlanmak, varlık duygusundan sıyrılıp verilen vazifeleri yapmaktır. Mürid için en zararlı düşünce başa geçme arzusudur, Cizre beldesindeki bir dergâhın tarikat yolunda gerilemesinin sebebi sofilerin halifelik sevdasıydı. Orada sofilerin bütün arzusu halifelik postuna oturmaktı.
Mürid, kendi iradesini mürşidinin iradesine teslim etmelidir. O halde önce niyetlerinizi doğru yapın, düzeltin ve bu yolda hizmet etmeyi kendinize gaye edinin.
Mürid, mürşidini nefsten ve şeytandan gelen kılıç darbelerine karşı bir kalkan yapmalıdır. Kendisinin bir şeyi olmadığını, bundan dolayı bir mürşidin elini tuttuğunu; eğer kendisinde bir şey olsaydı kendi evinde kalması gerektiğini düşünmelidir. Bir varlığı olmadığı için mürşidinin gölgesine sığındığını kabul etmelidir.”
Gavs-ı Hizanî k.s. hazretleri bir gün şöyle demişti:
“Değerli çoban, uyuz bile olsa oğlağını dağlarda kurtlara terk etmez. Mürid, kendi amelini uyuz oğlak gibi görüp mürşidinin sürüsüne katmalıdır.”
Tasavvuf tarihinde “yedi sultan”dan biri olarak anılan Ebu Said, sûfilerin tekke ve tarikat düzenine bağlı hareket etmesine büyük önem vermiştir. Bu anlamda özellikle tekkelerde uyulması beklenen kuralları sadece tespit etmekle kalmayıp, detaylandırıp açıklamıştır.
Ebu Said’in mürşid ve mürid hukukuyla temellendirdiği bu adap bütünü, hakiki pîr ve samimi mürşid tanımlamaları üzerine bina edilir. Hakiki pirin özellikleri için şunları söyler: Örnek olmalı, yol tecrübesi bulunmalı, edepli ve terbiyeli olmalı, cömert olmalı, başkasının malında gözü olmamalı, işaretle öğüt verebildiği sürece sözü terk etmeli, hilm sahibi olmalı, emrettiğini önce kendisi yapmalı, yasakladıklarından önce kendisi uzak durmalı, müridini halk kabul etmeli.
Mürid bahsinde ise şunları sıralar: Şeyhin işaretinden anlayacak kadar zeki olmalı, itaatkâr olmalı, şeyhin sözünü anlamak için iyi bir kulağı olmalı, şeyhin büyüklüğü görebilmek için nurlu bir kalbi olmalı, doğru sözlü olmalı, sözünde durmalı, sahip olduğu her şeyi terk edecek kadar özgür olmalı, sır tutmalı, nasihat dinlemeli, üstün sadakati olmalı.
Ebu Said, “Esrârü’t-Tevhîd” adlı kitabı, esas itibarıyla bir adap kitabıdır ve tekke mensuplarının uyması gereken kurallar konu edinir.
Kitapta on esas kural olarak zikrettiği şu maddeleri sıralar: Tekke ehlinin elbiseleri temiz olmalıdır, mescitte ve mübarek bir mekanda oturuşuna dikkat etmelidir, namazı ilk vakitte cemaatle kılmalıdır, geceleri çokça namaz kılması gerekir, seher vakti çokça tövbe istiğfar etmelidir tan yeri ağardıktan güneş doğana kadar Kur’an okuyup dünya kelamı konuşmamalıdır, akşam ile yatsı vakitleri arasında vird ve zikirle meşgul olmak gerekir, muhtaç kimselerle ilgilenmeli, diğer dostların haberi olmadan yemek yememeli ve onların haberi olmadan bulunulan yerden ayrılmamalıdır. Bir de bunlara ek olarak tekke mensuplarının boş zamanlarında ilim ve evradla meşgul olması gerektiğini söyler. İnsanlara iyilik yapmayı, hizmet ehli olmayı tavsiye eder.
Vefatı
bölgelerden irfan ehlinin, meşayihin ve müridlerin ziyaret ettikleri bir mekan idi. Nişabur’da kalmış olan bazı müridleri de zaman zaman buraya gelip şeyhlerini ziyaret ediyorlardı. Ebu Said son sohbet meclisini 1049 Ocak ayında kurdu ve burada oğlu Ebu Tahir Said’i halife tayin ettiğini açıkladı. Ayrıca cenazesinin nasıl kaldırılacağı konusunda müridlerine tavsiyelerde bulundu. Bundan sonra bir hafta daha yaşadı. Seksen üç yaşındaydı. Şaban ayının dördünde ruhunu teslim etti. Cenaze namazı kalabalık bir cemaat tarafından kılındı. Taziyede bulunmak isteyenlerin çokluğu sebebiyle cenazesinin toprağa verilmesi öğlene kadar mümkün olmadı. Meyhen valisinin ve zabıtaların yol açması sonucu cenaze gömüleceği yere getirilebildi.
Şeyhin özel hizmetlisi Hoca Abdülkerim şöyle anlatır:
Babam beni Şeyh Ebu Said’in huzuruna götürdüğü zaman henüz küçüktüm. Babam dönünce ben şeyhin yanında kalmıştım. Şeyhin gözü revaktan düşen bir çöpe ilişti. Çöpü alıp yanına götürmemi işaret etti. Aldım ve götürdüm. Şeyh sordu:
– “Dilinizde buna ne derler?”
– “Çöp,” dedim. Şeyh:
– “Bil ki dünya bu yolun çöpüdür. Onu yoldan kaldırmadan muradına eremezsin. Rasul-i Ekrem s.a.v.”İmanın en aşağı derecesi eziyet veren şeyi yoldan kaldırmaktır.” buyurmuştur.
Sonra ekledi: “Allah için olmayan bir şey hiçtir, Allah için olmayan kimse adam değildir. Benliğin var olduğu yer cehennem, benliğin olmadığı yer cennettir.”
Semerkand Dergisi