Kâfirûn Suresi – İhlaseyn
“Ey Muhammed! De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma da siz tapmazsınız. Ben sizin taptığınıza tapacak değilim. Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz. Sizin dininiz size, benim dinim bana!” (Kâfirûn 1-6)
İbn Abbas radıyallahu anh anlatıyor: Kureyş’in ileri gelenleri, davasından vazgeçmesi için Resûl-i Ekrem (SAV)e Mekke’nin en zengini olacak kadar mal vermeyi veya dilediği kadınla evlendirmeyi teklif ettiler. Dediler ki:
– Ey Muhammed! Bunlar senin. İlâhlarımızı aşağılamayı bırak, onları kötü anma. Eğer bunu yapmıyorsan bir sene sen bizim ilâhlarımıza ibadet et, bir sene de biz senin ilahlarına ibadet edelim.
Peygamber Efendimiz (SAV);
– Rabbim’den gelecek olanı bekleyeceğim, buyurdu.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Kâfirûn suresinin tamamını ve “De ki: Ey cahiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?” (Zümer 64) ayetini indirdi.
Resûlullah Efendimiz, Kâfirûn suresi inince sabahleyin kendisine teklifte bulunanların başına dikilip bu sureyi kendilerine okumuş, onlar da ümitlerini kesmişlerdi.
Kur’an’ın dörtte biri
Girişte mealini verdiğimiz Kâfirûn suresine ayrıca “İbadet Suresi”, “Din Suresi” ve “İhlâs Suresi” de denir. Diğer İhlâs suresi ile birlikte ikisine “İhlaseyn: İki İhlâs” da denilir. Allah Resûlü (SAV)in sabah ve akşam namazlarının sünnetlerinde bu iki sureyi okuduğu hadis-i şeriflerde “İhlaseyn” denildiği görülür.
Kâfirûn suresi Efendimiz (SAV)in namazlarda sıkça okuduğu sureler arasındadır. Ayrıca bir sahabiye yatağına girerken bu sureyi okumasını öğütlediği de nakledilir.
Kâfirûn suresinin faziletine dair bir rivayet de şöyledir:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Zübeyir b. Mut’im’e;
– Bir yolculuğa çıktığın zaman arkadaşların içinde hali en güzel, yol azığı en bereketli kimse olmak ister misin, diye sordu. Zübeyr radıyallahu anh da;
– Anam babam sana feda olsun, tabii ki isterim, diye cevap verdi. Resulullah Efendimiz şöyle buyurdu:
– Öyleyse şu beş sureyi oku: Kâfirûn, Nasr, İhlâs, Felâk ve Nâs. Her sureye besmele ile başla besmele ile bitir.
Bu tavsiyeyi uygulayan Zübeyir radıyallahu anh demiştir ki:
– Ben önceleri zengin bir adamdım. Birileriyle yola çıktığımda aralarında en dağınığı ve azığı en bereketsiz olanı ben olurdum. Resulullah (SAV)in öğrettiklerini yaptıktan sonra arkadaşlarım içinde hali en güzel ve azığı en bereketli kimse ben oldum.”
Sure-i celilede, Peygamber Efendimiz (SAV)in inkârcılarla şirk ve sapkınlıkta birleşemeyeceği şüpheye mahal bırakmayacak bir üslûpla ifade edilmekte ve imanın şirkten uzak tutulması istenmektedir. Ayrıca din hürriyeti bağlamında da hiç kimsenin, bir başkasının ibadetini engelleme hakkının bulunmadığına da işaret edilmektedir.
Bu mübarek sure, İslâm’ın diğer dinlerden tamamen ayrı ve uzak olduğunu beyan etmekle beraber başka bir inanca ve inanç grubuna ihtiyacı bulunmadığını bildiriyor. Âlimlerimiz derler ki: Müşriklere kendi yurtlarında, kendi güç ve kuvvetlerinin bulunduğu yerde böyle “Eyyühe’l-kâfirûn: Ey kâfirler” gibi aşağılayıcı bir sıfatla hitap edilmesi, Allah Resûlü (SAV)in ilâhî koruma altında bulunduğuna, kimseye ihtiyacı olmadığına işaret eder.
Bu ayetteki hitap, Allah Teâlâ’nın mutlak ilmiyle iman etmeyeceklerini bildiği belirli kâfirleredir. Yani daha sonra iman edenleri, Yahudi ve Hıristiyanları kapsamaz. Nitekim içlerinden çoğu daha sonra iman etmişlerdir.
‘De ki!’ emri
Fahreddin Râzî rahmetullahi aleyh, Tefsîr-i Kebîr’inde Cenâb-ı Hakkın sure-i celileye “De!” emriyle başlamasına dair kırk kadar nükte saymıştır. Bazılarını özetlemekte fayda var.
“De!” hitabıyla emredilmesi, söylenecek şeylerin Hz. Peygamber (SAV)in kendisi tarafından değil, Allah Teâlâ’dan açık emirle peygamberliğin gereği olarak söylenildiğini ilk baştan vurgular. Zira Efendimiz (SAV) işlerinde ve sözlerinde yumuşaklıkla ve mülayim olmakla emrolunmuştu. Oysa “Ey kâfirler!” hitabı son derece serttir.
Hatırlanacağı üzere ona şöyle buyurulmuştu: “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi.” (Âl-i İmran 159) “(Ey Muhammed), biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 107) Ayrıca;
“(Ey Muhammed) sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl 125) diye emrolunmuştu. Bununla beraber “Ey elçi, Rabbinden sana indirileni duyur. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” (Maide 67) hitabıyla da kendisine her indirileni tebliğ etmesi emredilmiştir.
Burada ise Efendimiz (SAV) muhataplarına “Ey kâfirler!” diye en ağır vasıfla hitap etmesi gerekmektedir. Ki tebliğ olunacak hükmün hakiki sebebi onların değişmeyecek olan kâfirlik sıfatıdır ve burada açıkça söylenmesi lazım gelmektedir. Böyle üslubu yumuşak, şefkat ve merhametiyle maruf bir peygamberin bu ağır hitabı kendi dilinden söylemediği anlaşılsın diye ayet-i kerime “De ki!” emriyle başlamıştır.
Kime ‘ey kâfir’ denilir?
“Ey kâfirler” seslenişinde, surenin inme sebebi olan ve kabulüne ihtimal olmayan birbirine teklife karşı gazab-ı ilâhîye işaret vardır. Onun için büyük tefsirciler demişlerdir ki burada böyle “Ey kâfirler!” diye sesleniş kâfirlerin hepsine değil, ebediyen imana gelmeyeceklerini Allah Teâlâ’nın bildiği bazılarına mahsustur. Çünkü kâfirler içinde sonradan imana gelecekler bulunduğu için hepsine birden: “Siz Allah’a ne şimdi ne de sonra ibadet edecek değilsiniz!” denilemeyeceği açıktır.
Herhangi bir kimsenin veya topluluğun sonraki zamanlarda iman edip etmeyeceğini Allah’tan başkası bilemez. Şu halde bu hitap ancak Kureyş içinde nüzul sebebi olanlara bağlı kalmış demek olur. Dolayısıyla bu ayet-i kerimeye dayanarak geleceği hakkında bilgimiz olmayan herhangi bir kâfir kişiye veya topluma “ey kâfir” yahut “ey kâfirler” öfke ve hakaretle hitap etmek caiz olur sanılmamalıdır.
Kaldı ki bu ağır hitabın Mekkeli muhatapları bir yaratıcının varlığını kabul ediyorlardı. Onlar açısından sözün aralarından birinin değil, Allah’ın sözü olma ihtimali verecekleri tepkiyi de belirleyecekti. Bu ağır sözün Hz. Peygamber (SAV)in kendi sözü olduğundan emin olsalar muhtemelen tahammül edemeyerek O’na eziyet edebilirlerdi. Ama en başta “De ki!” emrini duyunca “Ey kâfirler!” hitabının gökleri ve yeri yaratandan bir nakil olduğunu görüp böyle yapmadılar.
Cenâb-ı Hakk’ın “De ki” ifadesi, Hz. Muhammed (SAV)in Allah katından bir elçi olmasını gerektirir. Dolayısıyla her ne zaman ona “de ki” denilse, bu ifade onun peygamberliğinin kesin olduğu hususunda yeni bir belge gibi olur. Çünkü bir hükümdar memleket idaresini adamlarından birine havale edip sürekli yeni belgeler yazıp gönderince bu, hükümdarın o adamına çok önem verdiğini, onun şerefini ve saygınlığını koruma ve artırma niyetinde olduğuna işaret eder.
Peygamber Efendimiz (SAV) bütün insanlığa gönderildiği için akıl sahibi ve yetişkin olan bütün insanlara İslâm’dan başka bütün dinlerden yüz çevirmelerini emretmiştir. Kendisinin de İslâm’dan başka bütün dinlerden ve kâfirlerin Allah Teâlâ’dan başka ilah kabul ettikleri her şeyden yüz çevirdiğini hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde açıklamak için mealen; “Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma da siz tapmazsınız.” demekle emrolunmuştur.
Bu ifadede “tapmam” sözü hem şimdi ile hem gelecekle ilgilidir. Yani demiş oluyor ki: “Sizin ilâhlarınıza tapma adına benden istediğiniz şeyi yapmıyorum, gelecekte de yapacak değilim. Siz de benim ilâhıma tapma adına sizden talep ettiğim şeyi yapmıyorsunuz, gelecekte de yapacak değilsiniz. Şu halde benden ümidinizi kesin. Sizin teklinizi kabul etme ihtimalim yok!”
‘Sizin dininiz size benim dinim bana!’
Yani “Sizin Allah’a şirk koşmaktan ibaret olan bozuk dininiz size aittir. Benim hak dinim de bana aittir. Sizin için ezelde cehennemlik olma hükmü verildiği için siz de bu dinden bir pay sahibi olamazsınız.”
Burada Fahreddin Râzî rahmetullahi aleyh tefsirinde konuya şöyle açıklık getirir:
Acaba bu ayetle onların inkârlarına izin verilmiş denilebilir mi? Hayır, denilemez!
Çünkü Peygamber Efendimiz (SAV) inkârdan alıkoymak için gönderilmiştir. Ona izin vermesi nasıl düşünülebilir? Burada kastedilen şu emirlerden biridir:
Birincisi, “Haydi istediğinizi yapın!” (Fussilet 40) gibi tehdittir.
İkincisi, şöyle demek gibidir: “Ben sizi hakikate ve kurtuluşa davet için gönderilmiş bir elçiyim. Kabul edip bana uymuyorsunuz. O halde bırakın da beni şirke davet etmeye kalkışmayın.”
Üçüncüsü, dininiz sizin olsun! Eğer helâk olmayı kendiniz için hayırlı buluyorsanız buyurun ona sarılın. Ben dinimi bırakmam!
Bu âyetin tefsirinde diğer bir görüş de şudur: Din, hesap ve hesap günü anlamına da gelir. Buna göre “Sizin dininiz size, benim dinim bana!” ifadesi, “Sizin hesabınız size, benim hesabım bana aittir. Hiçbirimizin amelinden diğerine bir sorumluluk düşmez” demek olur.
Bir başka açıklama, din kelimesinin “belli cezalar” anlamına dayanır. Buna göre mana şu olur: Benim Rabbimden gelecek cezanız size, sizin putlarınızdan gelecek ceza da bana aittir.
Antika ve Porselen Tamiri | Antika Hastanesi