Anasayfa Gavs-ı Kasrevi Sohbetleri İslam dini ve cemaat

İslam dini ve cemaat

tarafından Nasihatler.Com
8 dakika Okuma süresi
A+A-
Orjinale Dön

İslam dini ve cemaat

Hazret (K.S.A.):

“Nefsini yenmiş kişiler kavak ağacına benzer, onun gibi o da yüksektir. Nakşibendî Sadatının, Allah dostlarının tabiatı ve ahlâkı dosdoğrudur. Kim onlara gider, sohbet ve cemaatlerinde bulunursa ahlâk ve kemalâtı yükselir aşağılarda olsa bile. Onun İçin insan Allah bahsinin yapıldığı cemaatlara devam etmeli ki on­dan menfaat görsün.”

Nakşibendi adabında da şöyle der:

Dünya adamlarından, dün­yaya gönül bağlıyan’ardan aslandan kaçtığı gibi kaçılmalıdır. Dünya ehlinin cemaatlarına gidildiğinde oralarda Allah bahsi olmadığı gö­rülür, oralarda sadece dünya bahsi, dünya işi, gıybet ve dünya mua­melesi bulunur. Bu gibi yerlere devam eden kimsenin haya, ahlakı değişir, Allah’tan dünyaya döner.

İnsan, elinden geldiği kadar dünyaya, dünya işlerine gönül ver­memeli; dünya ehlinin toplantılarına, sohbetlerine gönül vermemeli; çünkü zararı insanın dinine olur, menfaati ise hiç yoktur.

Gavs (K.S.A.) bir seferinde şöyle buyurdu: Bir yerde bir cemaat toplandığı zaman oraya Allah’ın melekleri gelir ve bakarlar, Allah sohbeti oluyor mu? diye. Şayet oluyorsa melekler de onların arasında oturur, günahlarının affı için Rabbü’l Alemin’e niyazda bulunurlar; yok eğer o cemaatte Allah bahsi değil de dünya bahsi yapılıyorsa, o zaman o cemaatten nefret ederek şöyle derler:

“Sizler Allah’a kul ol­saydınız Allah’ın bahsini yapardınız. Siz Allah’ın kulu değilsiniz.” ve nefret ederek oradan uzaklaşırlar.

Allah bahsi kadar menfaatli hiçbir şey yoktur. Allah muhabbeti, Allah aşkı da vaaz ve nasihatla, Allah dostlarının sohbetiyle, Sadatın sohbetiyle meydana gelir, insanın içi Allah hasretiyle dolar. Allah bahsi, ehlullah‘ın sohbeti insanın gönlünde muhabbeti ilâhi doğuracağından namaz oruç vesair ibadetler, Allahu Teâlâ’nın razı olacağı istikamete ve kemalâta ulaşır.

Dünya ehlinin cemaatleri kadar insana zarar veren hiçbir şey yoktur. İnsan oralara devam ederse sohbetlerine giderse Allah’a mu­habbeti kesilir, tâât ve ibadeti azalır, kendisinde Allah aşkı kalmaz.

Eski zamanda Müslümanlık çoktu, Allah aşkı, Allah muhabbeti çoktu, daima Allah bahsi, Ehlullah’ın bahsi yapılırdı. Dünya bahsi yoktu. Dünya bahsi çok azdı, tek tük dünyaya gönül bağlıyan vardı ki güçsüzdüler, onlardan korunmak çok kolaydı, insan kendini onlar­dan koruyabilirdi. Şimdi İse bu zamanda insanlar bozulmuş, Allah bahsi kalkmış, hangi cemaata gidersen dünya bahsi, gıybet, hakaret, zulüm ve iftirayla karşılaşırsın. Tabiî ki insanın muhabbeti azalır. Al­lah sevgisi gider ve Allah bahsi de yapılmaz olur; zamanımızda insanın yüzü Allah’tan dünyaya dönmüş, dünya İşine ve muamelesine dönmüş; onun içindir ki insanda büyük zararlar meydana gelmiş, kö­tü ahlâk, haram hakim olmuştur.

Eski zamanda şimdiki gibi tayyare ve benzeri vasıtalar olmadığı için kâfirler İslâmın içine böyle girmemişlerdi. İslâmın içinde de dai­ma Allah bahsi, Allah ehlinin sohbeti olurdu. Birbirleriyle görüşür, birbirleriyle düşüp kalkarlardı. Ne zamanki bu vasıtalar çoğaldı, o va­kit Müslümanlarla kâfirler içice girip birbirine karıştılar. Kâfirin kı­yafeti, kâfirin ahlâkı, kâfirin elbisesi İslâmın içine karıştı. Müslümanın huyuna, ahlâkına tesir etti. Hepsini değiştirdi. Bu da, alâmettir, büyük bir alâmettir Müslümanlara ahir zaman için. Yoksa İslâm böy­le kolay kolay bozulmazdı.

Eski zamanın vasıtaları böyle değildi. Peygamberin (A.S.V.) zamanında, diğer zamanlarda böyle şey yoktu. Bu çok yenidir, aşağı yukarı yüz senelik bir şey. Seyda’nın zamanında Gavs’ın zamanında bile yoktu. Fakat şimdi ise bu vasıtalar sebebiyle birbirine karıştılar, biribirinin ahlâkını aldılar, bozuldular. Zaten insan bozulmayana kadar dünyanın sonu olmaz, işte bu da bir alâ­mettir. Bunlar Peygamber (A.S.V.) ümmeti üzerine bir musibettir, bü­tün bu vasıtalar çıktıktan sonra kâfirler Müslümanların içine girerek, kendi âdetlerini, kendi görüşlerini, kendi bozuk fikirlerini yaymaya başladılar Artık öyle olmuş ki, bu zamanın insanı ne namaz kılıyor, ne oruç tutuyor ve ne de Allah’tan haberi vardır. Sadece kalbimize bak diyor, bizim kalbimiz temizdir, diyor. Esas olan kalb temizliğidir, diyor. Halbuki onlara bu telkinatı yapıp kandıran şeytandır.

İnsan aynen bir bakır kaba benzer, o bakır kap, kalaylanıp temizlenmez, içi zehiri pas tutar, kirlenir ve çürürse artık onda yemek yenmez. Şayet yemek yiyen olursa pastan dolayı zehirlenip ölür. İşte aynen böyle. İnsan da bakır kap gibidir. Hem zahirî hem de hatmi ibadetle, namazla, oruçla, Allah’ın tââtiyle ve Allah rızasını gözetmek le temizlenir. Başka neyle temizlenebilir? Hâşâ Peygamber (A.S.V.), kalbim temizdir diyen kadar bilmiyor mu idi ki? “Esas kalbur, insa­nın kalbi temiz olursa hiçbir şeye hacet kalmaz” buyurmuş mu? iyi­likler de zahire göre bilinir. Rabbü’l Alemin’in emrettiği bu namaz, bu tâât ve ibadet bizi tecrübe içindir. Eğer insan yüzünü Allah’a döndürmemişse, tâât ve ibadet etmiyorsa, kalbi neye yarar. Böyle insanın kalbi şeytanın yeridir. Şeytanın tasarruf sahasıdır. Ahlâkı güzel olan kâfirler de vardır. Hiç güzel ahlâkları onları kurtarır mı?

İnsan Öyle kanaate varıyor ki yüzünü Allah’a çevirmeyen, na­maz kılmayan, tâât ve ibadetini yapmayan, Allah’ın emirlerine itaat etmeyen Rabbü’l Alemin’in elinden kurtulamaz, halâs olamaz. Hâşâ Rabbü’l Alemîn kandırılmaya gelmez, intikamını insanda bırakmaz.

Rabbü’l Alemîn insanın taatına bakar; ne kadar çoksa taatı, onu o kadar sever, ondan o kadar razı olur.

Peygamberler ki Allah’ın Peygamberleridir. Allahu Teâlâ onları evveliyatından Peygamber olarak halketmiştir, günahlardan masum kılmıştır. Bununla beraber Rabbü’l Alemin onlardan da tâât ve ibadet istemiş, tâât ve ibadetsiz olmalarına razı olmamış, emirlerine itaat etmemelerini kabul etmemiş, zaman zaman emir almadan hareket eden Peygamberler olmuşsa Rabbü’l Alemîn onları cezalandırmıştır. Meselâ Yunus Peygamber.. Rabbü’l Alemin ona emredip kavmini ima­na davet ettiyse de kimse İmana gelmedi, o da darılıp kavminden ay­rıldı. Deniz kenarına gelip bir gemiyle oradan uzaklaştı. Deniz ortası­na gelen gemi orada durup gitmedi, kaptanı ne yaptıysa gemiye ha­kim olamadı.

Gemide bir kâhin (müneccim) (*) vardı, geminin ha­reket etmeme sebebini öğrenmek için kur’a çekti neticede gemimizde efendisine muhalefet eden, emrini dinlemeyen biri var, buna sebep olan odur, dedi. Bunun üzerine gemide dellal çağırıp efendisine mu­halefet eden, emir dinlemeyen kimse meydana çıksın, yoksa onun yü­zünden gemimiz batacak diye bağırdılar, Yunus Peygamber kalkıp

“Vallahi, efendisinin emrini tutmayan, Rabbi’nin emrini yerine ge­tirmeyen benim. Vazifeli bulunduğum kavmimin içinden Rabbi’min emrini almadan ben ayrıldım. Bu suçlu benim. Ben efendimin emrini dinlemedim” diyor. Derhal Yunus Peygamber’i tutup denize atıyorlar. Oradan bir balık çıkıp Yunus Peygamber’i yutuyor. Tam yedi sene suyun içinde balığın karnında kalıyor. Bu yedi sene devamlı olarak şu zikirle meşgul oluyor :

(Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni bütün noksanlıklardan ten­zih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum.) (Enbiya: 87)

Yapmış olduğu bu zikrinin hürmetine, Rabbü’l Alemîn onu ba­lığın karnından çıkarıp dünyaya iade etti.

İşte böyle Rabbü’l Alemîn, Peygamberlerinin bile emrine uyma­malarından razı olmamışken nasıl olur da emrine muhalefet eden in­sandan razı olur. İnsandan yaptıklarının hesabını sorup da İntikamı­nı almaz.

Öyleyse dünyada insan, kandırılmamaya bakmalı. Çünkü Rabbü’l Alemin bu dünyaya insanı imtihan için göndermiştir. Eğer insan bir günah işlediği vakit onu yüzüne vursaydı o zaman imtihan olmaz olurdu. Şu halde insan, yüzünü Allah’a çevirmeye, emrine muhalefet yapmamaya ve günah işlememeye mecburdur. Şayet muhalefet edil­diğinde Rabbü’l Alemin tarafından yüzlerine vurulsaydı o zaman hiç kimse emirlere karşı gelmez, muhalefet etmez, günah islemezdi.

O va­kit de dünya imtihan dünyalığından çıkardı. Halbuki Rabbü’l Ale­mîn insanlara günah işledikleri zaman ömürlerinin sonuna kadar mühlet vereceğim, kıyamet gününde ise hesap soracağım, buyuruyor, îşte şimdi insanlar günah işliyor, Rabbü’l Alemin de mühlet veriyor. Bu sefer insan daha da azıyor, Rabbini unutuyor, Allah korkusu bir­den içinden çıkıyor. Böylece insan aldatılmış oluyor. Şeytan onu kandırıp Allah yolundan uzaklaştırıyor.

Rabbü’l Alemin, insanın zerrei miskal kadar yaptığından gafil değil, insan ne yaparsa, hayır veya günah, karşılığını mutlaka göre­cek, iyilik yapmışsa mükâfatını, kötülük, yapmışsa cezasını çekecek­tir.

Ehlullahtan olan zatlar bir günah işleyecekleri zaman kendile­rini azâblarla denemişlerdir. Bir seferinde Gavs (K.S.) anlattı. Bu­yurdu: Bir gün birisinin canı günah işlemek istemiş, zina yapmak İstemiş, kalkmış, elini ateşe sokup yakmış da acısı ciğerlerine kadar iş­lemiş. Sonra da nefsine dönüp;

“Ey zalim nefis şu hafif ateşe bile tahammül edemedin. Sabrın, tahammülün yoktur. Peki Allah’ın azabına Cehennem ateşine nasıl tahammül edeceksin. Madem ki bu ateşe tahammül edemeyecek ka­dar zayıf ve sabırsızsın, tahammül ve takatin yoktur, ne cüretle günah işlemeye kalkıyorsun? Nasıl, Allah’ın emirlerine muhalefet etmek İs­tiyorsun?” diye nefsini tezkiye edip te’dib etmiştir.

İşte kâmil insanlar böyle tekamül etmiş nefisleri icabı Allah’ın emirlerine muhalefet mevzuubahis olduğu zaman imanlarının teza­hürü olarak Cehennem ateşinde yanacaklarını tam idrak etmişlerdir. Onların bu derece Allah korkusu içlerine işlemişti.

Allah’ın emirlerine muhalefet etmenin sebebi imanların zayıf ol­masıdır. İtikadın zayıf olmasıdır. Hakikatte Cennet ve Cehenneme tam itikadın olmamasıdır. Allah korkusunun kalblerde hakkıyla yer etmemesidir. Aksi halde kimse günah işleyip emirlere uymamazlık yapamazdı.

İnsanda hakikî Allah korkusu hâsıl olsa yerinden bile deprenemez. İşte hakiki Allah korkusuna Şeyda (Abdurrahmani Tâgi) mi­sâldir. Seyda, Gavs’ın yanında amel yaptığı sıralarda kendisine bir korku hali, bir havfi İlâhî hâsıl olmuştu. Allah korkusu kendisini o kadar kaplamıştı ki ne yaptıysa camide duramadı, idare edemedi, ca­miden kalktı, çöle çıktı, orada da karar kılamadı. Allah korkusundan, gidip bir ağaç kovuğuna girdi, orada ağlamaya, feryad ve figan et­meye başladı.

İşte Allah korkusu ehlullah olan zatlarda böyle hakimdi. İman­ları böyle tekamül etmişti. Kendilerine bu derece hakim olan Allah korkusu, Allah havfi dolayısıyladır ki İlâhî emirlere muhalefet et­mezlerdi. Yoksa aslında onlar da bizim gibi insandırlar, onlar da bi­zim gibi beşerdirler, onlarda da şehvet vardır, onlarda da dünya mu­habbeti, dünya aşkı bulunur. Dünya lezzetini onlar da bilirler, çünkü onlar da bizim gibi insandırlar ama imanları müstakim, imanları kâmil olduğu için onları günahtan, emre muhalefetten alıkoyar, meneder.

İnsanın imanının müstakim, kâmil olması, ancak Allah’ın tâât ve İbadetiyle, Allah’ın rızasıyla mümkündür, insanın tâat ve ibadeti ne kadar çok olursa, namazı, tââtı ne kadar fazlaysa, Allah rızasını talebetmek insanda ne kadar çoksa, imanı da o derece kâmil olur.

İnsan her günah işledikçe, emre muhalefet ettikçe imanı zayıf­lar, sonunda gider. Bundan dolayıdır ki Rabbü’l Alemin şöyle buyur­muştur:

(Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine İbadet et.) (Hicr : 99)

İmanı kâmil, Allah’ın hoşnutluğunu gözetmekle, tâât ve ibadete devamle elde edilir. İmanın zayıflaması, gitmesi, Neuzubillah imansız kalmak, günah yüzündendir, günah işlendiğindendir.

Gavs-ı Kasrevi Sohbetleri

(*) (Yükü fazla olduğundan gemi taşıyamamış yolculardan birini denize atmak gerekmişti. Birini almak üzere (gemidekierle) kur’a çekti (Yunus) yenilen­lerden oldu (Kur’a kendisine isabet etti.)

Bunları da beğenebilirsiniz