Efendimiz devrinde rabıta var mıydı?
Tasavvufta tarif edilen rabıta ne zaman ortaya çıktı? Hz. Peygamber s.a.v. devrinde rabıta var mıydı? Sahabe, dört mezhep imamları ve önceki salihler rabıta yapmışlar mıydı?
Bu soruların cevabını, rabıtayı kabul edenler de, etmeyenler de doğru olarak bilmelidir. Çünkü rabıtayı tarif ve tavsiye edenler, bu ümmetin önünde irşadla meşgul olan, mürşid-i kâmil sıfatıyla tanınan arif, alim, salih, müttaki insanlardır. Onları sevmek, her mümin için bir vazife ve şereftir. Bu zatların bizzat tatbik ettiği ve talebelerine öğrettiği bu işin içyüzü ve hedefi bilinmezse, onları tasdik eden de, tenkit eden de, hata edebilir, Allah katında sorumlu olabilir.
Biz, rabıtanın mana, muhteva ve hedefine bakarak, başta sorduğumuz ve akla gelebilecek diğer bazı sorulara cevap aramaya çalışacağız.
Rabıta bir ibadet midir?
Önce şunu belirtelim ki, rabıtayı tarif eden mürşidler, tek bir tanımla yetinmemişlerdir. Çünkü rabıta, özü itibariyle sevmek ve kalbi sevdiğine bağlamaktır. Rabıtada, sevdiğini gönül gözüyle görmek, özlemek, onunla hayalini süslemek ve kendisine benzemek vardır. Sevgiye bir sınır konulamayacağı için, onu tek bir tarifle ifade etmek de mümkün değildir.
Sonra rabıta, namaz, oruç, zekât, hac gibi dinimizce şekli belirlenmiş bir ibadet değildir. Ezan, teşrik tekbirleri, telbiye, salât u selam, fatiha, tahiyyat gibi nasıl yapılacağı öğretilmiş bir zikir türü de değildir. Özel manası ile rabıta, kalbi uyandırıp zikre geçirmek ve ibadete hazırlamak için uygulanan bir terbiye yöntemidir. Bir tefekkür şeklidir, feyz alma yoludur, muhabbeti artırma sebebidir, sıfatı değiştirme vesilesidir.
Bu nedenle rabıta, akaid ve fıkıh kitaplarında değil, ahlâk ve tasavvuf kitaplarında konu edilmiştir.
Allah’a götüren her yol hayırlıdır
Rabıtanın yapılış şekline bakıp, bu şeklin dindeki delilini aramaya gerek yoktur. Burada şekle değil, fayda ve hedefe bakılmalıdır. İnsanı zikir ve edebe sevk eden, terbiyeye yardımcı, terakkiye vesile olan her şey hayırlıdır. Bu faydalı usül ve yöntemler, bir başka dinin temel ilkesi ve ayırt edici özelliği değil ise taklit bile edilebilir. Fıkıhta temel anlayış şudur: Bir durum, din tarafından yasak edilmemişse ve dinin ruhuna da aykırı değilse, o şey bu haliyle mübahtır. Mübah da yerine göre bazen fazilet olur, bazen de farz gibi kıymet kazanır.
Mesela Nakşibendi büyükleri tefekkür/rabıta dersi için özel bir oturuş şekli tarif ederler. Buna teverrük oturuşu denir. Şekli şudur: Sağ kalça üzerine oturulur, sağ ayak sol bacağın altına getirilir, gözler yumulur, baş kalbe doğru eğilir. Sonra tefekküre geçilir. Bu tefekkürde kâmil mürşid tefekkür edilir, düşünülür. Tasavvuf dilinde buna rabıta ismi verilir.
Şimdi bu oturuşun Hindistan’da yogiler tarafından yapılan yoga seanslarındaki oturuşa benziyor diye tenkit edilmesi ve din dışı bir bid’at gibi gösterilmesi son derece yanlıştır. Sufinin yaptığı yoga seansı değil, tefekkürdür. Tefekkürün merkezi kalptir. Edebi, sükunet içinde kalbe yönelmek ve Yüce Allah’ın şahidi olan bir ayeti düşünmektir. Hedefi zikirdir. Ehli tasavvuf, bu tefekkürü yaparken yogiye değil, Sahabe-i Kiram’a benzemektedir. Çünkü sahabenin tefekkür hali böyleydi. Onlar mescidde ve mescidin dışında öyle derin ve sakin bir tefekküre dalarlardı ki, kuşlar kendilerini cansız bir şey zannedip üzerlerine konardı.
Üzülerek belirtelim ki, tasavvufun içine girmeyen, onu gerçek üstadından öğrenmeyip sadece kendi bakış açısıyla değerlendiren bazı yazarlar, tasavvuftaki bir takım şekil ve kelimelerin zahirine takılarak, hatalı sonuçlara varmışlar; doğru ile eğriyi, sağlam ile sakatı ayıramamışlardyr. Aslında dertlerine derman olacak bir ilacı zehir diye tanıtmışlardır.
Allah’ı seven, ancak Allah’a götürür
Yanlış anlaşılan konulardan birisi de yeryüzünde Allah’ın şahidi, dostu ve halifesi olan kâmil mürşidi düşünmektir. Bu düşünceye rabıta deniliyor. Böyle bir rabıtanın oturuş ve yapılış şekli Kur’an ve Sünnet’te anlatılmıyor diye onu tehlikeli görmek doğru mudur?
Rabıtayı, belirli bir vakitte kâmil mürşidi hayal etmek, ondaki ilâhi ahlâkı ve tecellileri düşünmek, kalbini onun kalbine bağlayarak oraya inen ilahi nurdan nasiplenmek ve böylece kalbi zikre geçirerek feyizlenmek şeklinde tarif etmek, onun tek tarifi değildir. Rabıtanın bir şekli de böyledir. Fakat bu, bütün rabıta şekillerini içine almaz. Rabıta bütün hayatı içine alan bir meseledir.
Rabıtanın ortak tarifi, kalbin sevgiliye derin muhabbet beslemesi ve bu muhabbet içinde sevdiğinin sıfatlarına bürünmesidir. Her devirde uygulanan rabıta şekli budur. Manevi terbiyede bu rabıta şarttır. Sır ve fayda onda gizlidir. Dostluğun tadı ondadır. Aşığın feyzi rabıtası kadardır. Allah için olan rabıta Allah’ın sevdiklerine olur. Bu sevgililerin başında Hz. Muhammed s.a.v. Efendimiz bulunur. Kalbe ilaç olan ve nefsin sıfatlarını değiştiren rabıta, ya bizzat Hz. Peygamber s.a.v.’e veya onun gerçek vârislerine yapılan rabıtadır. Hedef kula değil, Yüce Allah’a dostluktur.
Bu rabıta her halde yapılabilir, belli bir vakti yoktur. Ona muhabbet rabıtası denir. O, bütün geceyi gündüzü kaplar. Yürürken, otururken, konuşurken, yerken içerken, çalışırken, dinlenirken, gezerken, eğlenirken, hatta uyurken ve rüya görürken bile bu rabıta devam edebilir. Kim her söz, iş ve halinde sünnet edebi üzere hareket ederse, o kimse bu esnada kalbini Hz. Muhammed s.a.v. Efendimiz’e bağlamış, onu hatırlamış, böylece Yüce Allah’ı zikretmiş ve O’na dostluğunu ispat etmiş olur.
Arifler der ki, muhabbet rabıtası kalbi Yüce Allah’ın şahidine bağlar. Bundan sonra iki gönül arasında alış veriş başlar. Yüce Allah ile huzur bulmuş ve olgunlaşmış olan kâmil mürşidin kalbi, kendisine yönelen zayıf kalpleri feyzi ile besler, sevgisi ile destekler. Sonuçta onları kendine benzetir, ihlâs, edep ve güzel kulluğa yöneltir. Kendisinin ulaştığı ilâhi nimet ve rahmetlerden Allah’ın izniyle onları da hissedar eder. Bu, iyilik ve takvada yardımlaşmanın en güzel bir şeklidir. Yüce Allah bu yolda yardımlaşmayı hepimizden istemektedir. (Maide, 2)
Bu anlamda rabıta, bütün hak dinlerde vardır. O, her peygamberin ümmetine öğrettiği bir vazifedir. Bütün hak yolcuları onu elde etmek için çalışır. Aslında her müminin birinci vazifesi, Allah dostlarıyla gönülde, halde ve hak yolda bir olmaktır. İşte hak yolunun imamı olan Allah dostlarını sevme, onlara tabi olma, özenme ve benzeme gibi vazifeler, bu muhabbet rabıtası ile mümkün olmaktadır. Bu iş, yerine göre farz, sünnet ve mendup olur. Sevilmesi ve kendilerine özenilmesi zarar veren kimselere kalbi bağlamak ise haramdır.
Sahabe-i Kiram’ın rabıtası
Sahabe-i Kiram, ilim ve edep gibi ilâhi aşkta da bütün insanlığa örnektir. Onlar, muhabbetin kutbu Hz. Muhammed s.a.v. Efendimiz’in nazarlarının feyzi içinde ilâhi aşkı doyasıya tatmışlar ve sevginin hakkını vermişlerdir. Çünkü Yüce Allah, onları ve arkadan gelen bütün müminleri şöyle uyarmıştır: Dünyadaki her şeyden daha fazla Allah ve Rasulü’nü seveceksiniz. Ana, baba, oğul, kardeş, eş, akraba, mal, makam, ticaret, hiçbir şey bu sevginin önüne geçmeyecek. Yoksa helâk olursunuz. (Tevbe, 24)
Sonra müminlerden bu sevginin gereği istenmiş ve bütün sözde, işte ve halde Hz. Peygamber s.a.v.’e uyulması emredilmiştir. (Âl-i İmran, 31). Yani müminlerden iç ve dışları ile Allah’a yönelmeleri istenmiştir. Sahabe de iman ve irfan derecelerine göre bunu ispat etmişlerdir.
Ebu Bekir Sıddık r.a.’ın kalbi, Allah Rasulü’ne öyle bağlı ve aşıktı ki, Efendimiz s.a.v. kendisine, “hadi canını ver” dese sevinçten gözyaşı döker ve başını uzatırdı. Bir defasında, Allah Rasulü s.a.v., “malınızı getirin. İslâm ordusuna yardım edin” deyince, evinde değeri olan ve işe yarayacak bütün malını getirip Efendimiz’in önüne koymuş, boynunu büküp kenara çekilmişti. Allah Rasulü s.a.v. onun içinde sakladığı aşkı ortaya çıkarmak için:
“Ya Eba Bekir! Ailen ve çocukların için evde ne bıraktın?” diye sordu. Cevap kalpleri eritecek güzellikteydi: “Allah ve Rasulü’nün muhabbetini bıraktım.” (Ebu Davud, Tirmizî, İbnu’l-Esir)
Hz Ömer r.a., Allah Rasulü s.a.v.’e, “ben sizi, nefsim hariç her şeyden çok seviyorum” diye kalbindeki muhabbeti ilan edince, Efendimiz s.a.v., “beni nefsinden de fazla sevemedikçe, bu iş tamam olmaz.” buyurdular. Hz. Ömer sustu. Allah Rasulü s.a.v., Hz. Ömer’e birkaç defa şefkatle nazar ettiler. Az sonra Hz. Ömer r.a. samimi olarak, “sizi nefsimden de çok seviyorum” deyince, Efendimiz s.a.v., “işte şimdi oldu!” buyurdular. (Buharî, Ahmed)
Bir seferinde Ensar’dan bir zat, mahzun ve boynu bükük bir vaziyette Allah Rasulü s.a.v.’in huzuruna girdi. Efendimiz s.a.v: “Neyin var senin?” diye sordu. Adam:
“Ey Allah’ın Rasülü! Ben sizi nefsimden, çocuklarımdan, ailemden ve malımdan daha çok seviyorum. Evimde otururken sizi hatırlıyorum. Duramıyorum, hasretinizden ölecek gibi oluyorum. Derhal koşup sizi görmeye geliyorum.” dedi ve ağladı. Efendimiz s.a.v. niçin ağladığını sordu, adam şöyle dedi:
“Sizin ve benim vefat edeceğini düşündüm. Siz ahirette peygamberler ile yüksek makamlarda bulunursunuz. Ben cennete girsem bile aşağı makamlarda bulunurum. Sizi göremem, bunun için ağlıyorum” dedi. Efendimiz s.a.v. sükut buyurdular. Biraz sonra, Cebrail a.s. şu ayeti indirdi:
“Kim Allah ve Rasulü’ne itaat ederse, işte onlar ahirette Allah’ın kendilerine özel ihsanlarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraber olacaktır. Onlar ne güzel arkadaştır. Bu Allah’tan bir ihsandır. Her şeyi bilici olarak Allah kâfidir.” (Nisa, 70)
Gönlü muhabbetle arındırmak
Bütün sahabenin gözü ve gönlü, Allah Rasulü’ s.a.v.’in şerefli halleri ve güzellikleri ile dolu idi. Onlar, salih insanların peşine düştüğü rabıtanın bütün çeşitlerini uyguluyorlardı. Efendimiz s.a.v.’i candan seviyor, özlüyor, ahlâkını takip ediyor, sünnetine sarılıyor, kendisine benziyor, her mecliste onu zikrediyor, günlerini onun sohbetiyle dolduruyorlardı.
Hz. Aişe r.a. validemiz, Efendimiz s.a.v.’in kızı Hz. Fatıma r.a.’yı anlatırken: “Onun gibi babasına benzeyen kimse görmedim. Yürüyüşü, oturuşu, kalkışı ve konuşma tarzı sanki babası” demiştir. Hz. Fatıma r.a. bir kadın olmasına rağmen, Allah Rasulü’nün hal ve ahlâkında fani olmuştu. Buna büyükler, “fenâ fi’r-Rasul” hali diyorlar. Terbiyelerine aldıkları sadık talebelerine bu yolda örnek olarak Allah Rasulü’ne benzetmeye çalışıyorlar. Rabıtanın hedefi de budur.
Sahabeden Abdullah b. Ömer r.a., Allah Rasulü s.a.v.’e karşı tam bir muhabbet rabıtası içinde idi. Medine sokaklarında ve yollarında Allah Rasulü’nün bastığı yerleri araştırırdı. O’nun izi üzerinde yürür, oturduğu yerde oturur, indiği yerde iner, girdiği yola girer, yaslandığı ağaca yaslanır, tuttuğu daldan tutar, namaz kıldığı yerde namaz kılar, O’ndan ne gördü ise onu yapardı. Kendisini görenler deli sanırlardı. O, Hz. Peygamber s.a.v.’in sevgi, hal ve ahlâkında kaybolmuştu. (Ahmed, Ebu Nuaym, Hakim, İbnu Sad)
Enes b. Malik r.a.’ın kalbi, Efendimiz s.a.v.’in hasretiyle öyle yanıktı ki: “O’nu rüyamda görmediğim hiç bir gece yok!” der ve ağlardı. (İbnu Saad)
Abdullah b. Abbas r.a., bir gece rüyasında Rasulullah s.a.v. Efendimiz’i gördü. Efendimiz’in: “Kim beni rüyasında görürse, uyanıkken de görecektir. Şeytan benim asli suretime giremez.” (Buharî, Müslim) hadisini düşündü. Rüyasını Efendimiz’in zevcelerinden Hz. Meymune r.a.’ya anlattı. O da Allah Rasulü’ne ait bir aynayı kendisine gösterdi. İbnu Abbas, aynaya bakınca aynada Allah Rasulü’nün suretini gördü. Kendini göremedi. (Suyutî, İbnu Hacer). Arifler, bu duruma, sevgilide fenâ / yok olmak, diyor ve o hali talebelerinin önüne bir hedef olarak koyuyorlar.
Salihlerin rabıtası
Allah dostlarının rabıta anlayışı, Sahabe-i Kiram’ın anlayışı gibidir. Ariflere göre, muhabbetin imamı, edep sultanı Allah Rasulü s.a.v.’e kalbi bağlamadan, her işte O’na uyup, nefsi O’nun emrine teslim etmeden kimse veli olamaz. Mürşidin tek vazifesi ve bütün derdi müride bu hali kazandırmaktır. Büyük veli Cüneyd-i Bağdadî k.s., muhabbeti şöyle tarif etmiştir:
“Gerçek muhabbet, sevenin sıfatlarının silinip onun yerine sevgilinin sıfatlarının gelmesidir.” Demek ki, Allah, peygamber ve veli muhabbeti ile insanın sıfatı değişmeli, güzelleşmeli ve sevgiliye layık hale gelmeli ki, gerçek muhabbet olsun. Hep nefsini sevene ve keyfine göre hayat sürene aşık denmez, ancak nefsinin kölesi denir. Velileri sevmek, onlar gibi olmak içindir.
Alauddin Attar k.s. anlatır: Şah-ı Nakşibend k.s., sadece işin şekli ile yetinenleri uyarmak için sık sık şu manadaki Farsça beyitleri terennüm ederdi: “Büyüklerin kabrine bağlanmaktan ne çıkar. Onların yaptığını yap, sen de hedefine var.”
Dr. Dilaver Selvi
Hz. Peygamber devrinde rabıta var mıydı?
Bu yazı Semerkand Dergisi’nin EKİM 2002 sayısından alınmıştır.
Mürşid ile Tevbeye Mecbur muyuz?
Cezbe Nedir, Ne Demektir? (1)
Gavs Hazretlerinin Seceresi
Antika ve Porselen Tamiri | Antika Hastanesi