En makbul evliya
Akla şöyle bir soru gelebilir:
“Abdülkadir-i Geylânî hazretlerinden (k.s) görülen olağanüstü haller ve kerametler o kadar çoktur ki, başka hiç bir velide bu kadar keramet görülmemiştir. Bu durum onun, diğer bütün evliyadan daha yüksek olduğunu göstermez mi?”
Bu konuda İmâm-ı Rabbânî hazretleri şöyle buyurmuş:
“Olağanüstü haller ve kerametlerin çok olması, kişinin daha üstün olmasını gerektirmez. Hiç harikası görülmeyen bir veli, harikaları ve kerametleri çok görülen bir veliden daha üstün olabilir. Şeyhlerin şeyhi İmam Sühreverdî hazretleri Avârifü’l-Maârif adlı eserinde, evliyanın harikalarını ve kerametlerini anlattıktan sonra şöyle buyuruyor:
-“Bunların hepsi Allah Teâlâ’nın ihsanlarıdır. Dilediğine ihsan eder. Fakat bunlardan hiçbiri verilmeyen bir veli, bunların hepsinden daha üstün olabilir. Çünkü harikalar ve kerametler yakîni, güveni artırmak içindir. Kendisine yakîn ihsan edilmiş olanın kerametlere ihtiyacı kalmaz. Bu kerametlerin hepsi, kalbin zikre alışması nimetinden daha aşağıdır. Harikaların çok görünmesini üstünlük bilmek, Hz. Ali’nin (r.a) iyi ve üstün hallerini görerek onu Hz. Ebû Bekir’den (r.a) daha üstün bilmeye benzer. Çünkü onda bu kadar üstün ve iyi haller görülmemiştir (Allah hepsinden razı olsun).”
Kardeşler!
İmam-! Rabbânî hazretleri şöyle buyurmuş: Harikalar ve kerametler ikiye ayrılır:
Birincisi Allah Teâlâ’nın zatına, sıfatlarına, işlerine ait olan bilgiler ve marifetlerdir. Bunlar akıl ve düşünce ile elde edilemez. Allah bunu, seçtiği kullarına ihsan eder. İkincisi ise bütün yaratılmışların şekillerini keşfetmek, madde alemindeki bilinmeyenleri bulmaktır.
Birinci kerametler, doğru yolda bulunanlara, Allah Teâlâ’nın çok sevdiklerine verilir. İkincisi, doğru yolda olana da bozuk yolda olana da verilebilir. Çünkü istidraç sahibi olan kâfirlerde de, bu ikinci türden olağanüstü harikalar görülmektedir.
Buradaki kerametlerin birincisine, Allah Teâlâ şeref ve kıymet vermiştir. Bunları yalnız sevdiklerine ihsan etmiştir. Düşmanlarını bunlara ortak etmemiştir. Cahiller ise bu olağanüstü hallerin ikincisine kıymet vermişlerdir. Onları üstün ve yüksek görmüşlerdir. Bunları kâfirlerde bile görünce, kalın kafalı oldukları için, onlara nerede ise tapınacak olurlar. Onların iyi ve kötü her isteklerine boyun eğerler. Bu ahmaklar, belki de bu olağanüstü hallerin birincisini harika olarak bile görmezler ve onu keramet de saymazlar. Olağanüstü haller denilince yalnız ikincisini anlarlar. Keramet denilince, yalnız yaratılmışların madde âleminin bilinmesini ve gayblardan haber verilmesini zannederler.
Mahlûkların bilinen veya bilinmeyen hallerinden haber verilmesinin ne kıymeti ve hangi şerefi olabilir ki? Bunların bilinmemesi, bilinmesinden belki daha uygundur. Mahlûkların hallerini, inceliklerini unutmak, belki daha yakışık bir hal alır. Çünkü şerefli ve kıymetli olan ve saygı göstermeye, üstün görmeye en layık olan, ancak Allah Teâlâ’nın marifetidir.
Hâce Abdullah-ı Herevî hazretlerinin Menâzilü’s-Sâirin adlı kitabında ve buna kendi yaptığı şerhinde şöyle buyuruyor:
“Tecrübe ile anladım ki marifet sahibi olanların feraseti, Allah Teâlâ’ya yarayan kimselerle, O’na yaramayan kimseleri ayırmak demektir. Bu da Allah Teâlâ’yı zikredenleri ve cem makamına kavuşanları tanımaları demektir. Marifet sahiplerinin feraseti işte budur.
Açlıkla ve insanlardan kaçarak çile odasında yalnız yaşamakla nefislerini temizleyip parlatan, ancak Hak Teâlâ’ya manen yaklaşmayanların feraseti ise cisimleri, maddeleri keşfetmek ve mahluklarla alakalı gaybî bilgiler vermektir. Bunlar, yalnız mahlûklardan haber verirler. Çünkü Hak Teâlâ ile aralarında perde vardır.
Oysa asıl marifet sahipleri, Allah Teâlâ’dan kendilerine gelen marifetlere kavuşmuşlardır. Hep Cenâb-ı Hak’tan haber verirler. İnsanların çoğu, Hak Teâlâ’dan kesilmiş, uzaklaşmış olduklarından ve hep dünyayı düşündüklerinden, maddeleri keşfedenlere, mahlûklardan bilmediklerini haber verenlere kıymet veriyorlar ve onları büyük biliyorlar. Onları evliya ve Allah Teâlâ’nın seçilmiş kulları zannederler. Hakikatten haber verenlere dönüp bakmazlar. Bunların Cenâb-ı Hak’tan bildirdiklerine inanmazlar ve,
– “Bunlar, dedikleri gibi evliya olsalardı, hallerimizden ve mahlûkların hallerinden haber verirlerdi. Mahlûkların hallerini bilmeyen kimse, bundan daha yüksek olan şeyleri nasıl bilir” derler.
Bu bozuk ölçüleri ile evliyayı tanımamış olurlar. Doğruyu görmezler ve işitmezler. Allah Teâlâ’nın bu büyükleri, cahillerin gözünden korumuş olduğunu, onları kendisine ayırmış olduğunu, onları kendisinden başkaları ile olmaya bırakmadığını bilemezler. Eğer onlar halkın halleriyle ilgilenen kimselerden olsalardı Hak Teâlâ’ya dost olamazlardı.
Böyle Allah dostlarından birinin, maddelerin, cisimler hallerine az bir bakışla (nazarla), başkalarının anlayamadığı şeyleri ferasetle anladıklarını biz çok defa gördük. Evliyanın feraseti, Hak Teâlâ’ya olan ve O’nun yakınlığına işaret olan ferasettir.
Nefislerini temizleyen kâfir ve günahkârların yaratılmışlara olan feraseti, Hak Teâlâ’yı ve O’na yakın olan şeyleri yeterince idrak edemez. Onlarda olan bu feraset, bazı müslümanlarda olduğu gibi, hıristiyanlarda, yahudilerde ve başka milletlerde de vardır. Oysa Allah Teâlâ buna kıymet vermez. Birinci derecede bu işe uygun olan kimselere/kâmil mürşidlere bu nimeti ikram eder.
Doktor Ahmet ÇAĞIL
(Yar ile şimdi)
(Konu ile ilgili geniş bilgi için bk. Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif,: Gerçek Tasavvuf (trc. Dilaver Selvi), İstanbul: Semerkand Yayınları, 1999, s. 38-39.)
Yorumlar kapalı.