Derviş
Bir yatsı namazı sonrası köy odasında toplanan köylüler, büyük bir teveccüh gösterdikleri Derviş Baba’yı dikkatle dinliyorlardı.
Yusuf ise hemen her akşam Derviş Baha’nın köy odasındaki bu sohbetlerine hiç istemediği halde katılmak zorunda kalıyordu. Eğer bir akşam katılmayacak olsa köylüler evinin kapısına gelip,
-“Yusuf Hoca kasta mı? Neden gelmedi?” diye sebebini araştırıyordu..
Derviş Baba ve Yusuf, çok kere ilmî meselelerde ters düşüyor, sakin başlayan konuşmalar sakinliği ile tanınan Yusuf’un öfkelenmesiyle bir anda tartışma boyutuna çıkıyordu. Yusuf, genelde bir meseleye Kur’an âyetleriyle ve hadis-i şeriflerle yüzeysel cevap vermeye çalışırken, Derviş Baba ona aynı âyet ve hadislerin tefsiriyle beraber, tasavvuf büyüklerinin hayatlarından da ilginç örnekler sunuyordu. Yusuf ise almış olduğu daha geniş manalı ve harikulade cevaplar karşısında her seferinde susmak zorunda kalıyordu.
Bir imam olduğu halde, tecrübesinin azlığı sebebiyle din konusunda hâlâ bilmediği birçok mevzu olduğunu anlıyordu. Bunu köylülere belli etmemek için onların yanında Derviş Baba’ya bir daha soru sormamak kararı almıştı. Fakat zaman içinde bu kararından vazgeçerek kendince cevabı zor olan bazı soruları o da sormaya başladı. Tabii bunu yapmaktaki asıl maksat öğrenmek değil, Derviş Baba’yı zor durumda bırakmak suretiyle köylüler nezdinde küçük düşürmekti. Daha önceden hazırladığı bir soruyu sormak için tam sırası diye düşündü.
-“Allah ile kul arasına birini koymak sence doğru mu?”
Derviş Baba, gözlerini odanın içerisinde hiç kıpırdamadan kendisini dinleyen insanların çehresinde gezdirdikten sonra sakin bir şekilde anlatmaya başladı:
-“Allah kullarını yaratmış ve onlara kitap indirmiştir. Kulları ile kendi arasına peygamberleri, peygamberleri ile kendi arasına da Cebrail aleyhisselâmı vesile kılmıştır. Zaten Kur’an-ı Kerim’de ‘Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın..’ buyruluyor. Bir kul ne zaman isterse, Allah’a vasıtasız yalvarır, yakarır, günahlarının affını diler, tövbe eder ve isteyeceğini yalnız O’ndan ister. Ancak, Allah’a bir rehbersiz yani mürşidsiz yaklaşmak çok zordur.”
Yusuf aldığı her mantıklı cevapta, içindeki baskıya bir türlü söz geçiremiyor, Derviş Baba’ya olan öfkesi giderek onu tarifsiz bir sıkıntıya itiyordu. Meseleyi, köylüleri de kendi safına çekebileceği bir noktaya getirmek istedi:
-“Ne yani, bir insan Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünnetini takip ederek Allah’ın yolunu bulamaz mı?”
Derviş Baba gözlerini Yusuf un gözlerine çivileyerek “bunu sen istedin” der gibi başını salladı ve devam etti.
-“Bir insan, gece yarısı köyler arasında rehbersiz giderken, bazan kendi köyünün yolunu bile bulamayabiliyor evlat!”
Derviş Baba’nın bunu söylerken Yusuf un gözlerine bu kadar uzun ve dikkatli bakması Yusuf u tedirgin etmişti. İçinden, “Şimdi bu ihtiyar ne demek istedi. Yoksa Kavaklı köyünden dönerken kaybolduğum ve Dalyan’a rastladığım geceyi mi kastediyor?” diye düşündü. Yusuf a göre bu imkânsız bir şeydi. Şimdiye kadar Bekir dahil, kaybolduğu o gece yaşadıklarını hiç kimseye anlatmamıştı. Nereden geldiği belli olmayan bu ihtiyar nereden bilebilirdi ki.. Birden küçüklüğünde dedesinin anlattığı adamlar tekrar aklına geldi. Şüphe bulutları başının üzerinde yoğunlaşmasına rağmen, yine de hiçbir şey belli etmeden sorularına devam etti.
-“Mürşid derken zannediyorum ki tasavvufu kastediyorsun. Ne yani insanın cennete gitmesi için illâ tasavvufa yani bir tarikata girmesi şart mıdır?”
Derviş Baba, nuranî yüzünden hiç eksik olmayan tebessümle sözlerini aynı tonda sürdürdü.
-“İnsanı, Allah’a ulaştıran yollar insanların nefeslerinin sayısı kadardır, tasavvuf ise bunlardan sadece biridir.”
Sonra masa üzerinde duran yeni kalaylanmış ağzı oldukça dar küçük bir alüminyum güğümü parmağı ile işaret etti:
-“Evlat! Bak şunu görüyor musun? Dışı nasıl da bir ay gibi parlıyor, ama ya içi? İçini parlatmak oldukça zordur değil mi? İşte, insanın dışı ne kadar temiz görünse de kalbini kibir, haset, riya, dünya malına tamahkârlık gibi manevi hastalıklar sarmış olabilir. Bunu tedavi etmek için de mutlaka manevi hekim olan mürşidlere gitmeye, dolayısıyla tasavvufa girmeye ihtiyaç vardır.”
Derviş Baba sükût etmişti. Dili sussa bile, aslında hali ile sohbeti devam ediyordu. Köse Halil, Derviş Baba’nın önündeki bardaktan bir yudum su içmesinden doğan boşluğu fırsat bildi.
-“Derviş Baba! Senin bu tasavvuf dediğin Mevlânâ’nın yolu değil mi?”
-“Evlat! Tasavvuf büyük bir çınar ise Hz. Mevlânâ da o çınarın sadece bir dalıdır.”
-“Geçen gün bizim torunun elinde Mevlânâ ve Şems’i anlatan bir kitap gördüm de onun için sordum.”
-“Maalesef tasavvufu bilmeyen bazı kişiler; Mevlânâ ve Şems’i yücelteyim derken alçaklıklarından habersiz, ha bire tasavvuf muhtevalı kitaplar yazıyorlar. Tasavvufun çok uzağında yaşayan ve Allah dostlarının hayatlarını kendi düşüncelerinden ibaret sanan bu insanların, büyüklerimizi avam tabakasındaki insanlar gibi dar kalıplar içerisinde bayağılaştırmasına itibar etmeyiniz!”
Yusuf, fırsat buldukça kafasında yeni sorular meydana getirip Derviş Baba’yı aciz bırakmanın derdindeydi. Soru sorma sırasının kendisine geldiğini düşündü.
-“Peygamberimiz zamanında olmayan bir şey bid’at değil midir? Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünneti varken neden bir mürşide ihtiyaç var ki?”
-“Bilakis, Peygamber Efendimiz zamanında da tasavvuf vardı, ama ismi yoktu. Zaten en büyük mutasavvıf Peygamber Efendimiz’di. Nasıl ki kutuplarda buzdolabına, ekvatorda sobaya ihtiyaç yoksa Peygamberimiz varken Asr-ı saâdet’te de bir başka mürşide ihtiyaç yoktu. Ancak sonraki asırlarda insanlarda dünya sevgisi ve İslâm yolundan ayrılmalar artınca, mürşide ve tasavvufa ihtiyaç oldu. Eğer, ilim ehli bir insanda tasavvuf olmazsa, o kişi ilmi oranında kibirden kendisini kurtaramaz.”
Yusuf gittikçe artan bir öfke ile dolan yeşil gözlerini köylüler üzerinde şöyle bir gezdirip, onların ne düşündüklerini anlamaya çalıştı. Çünkü ilk günlerde küçümseyerek baktığı bu ihtiyar, tam anlamıyla çetin ceviz çıkmıştı. Hemen her soruya teferruatıyla cevap veriyor, beklediğinin aksine zor durumda kalan yine kendisi oluyordu. Az önce Derviş Baba’nın ismini saydığı kalp hastalıklarının sıralaması dikkatini çekmişti. Sanki daha önce gördüğü rüyaya gönderme yapıyordu. Derviş Baba’nın bunu bilerek mi ima ettiğini, yoksa kitaplarda bunlar ardı ardına zikredildiği için, tevafuken mi ağzından çıktığını bir türlü çözemedi.
Konuyu bu günlük daha fazla uzatmamak için bir müddet sustu … Derviş Baba, bir yandan ne düşündüğünü çok iyi bildiğini Yusuf a hissettirmek isterken, bir yandan da onun meclis içerisindeki saygınlığına ve itibarına zarar vermemeye dikkat ediyordu. Fakat her seferinde onun anlayacağı şekilde birtakım misallerle göndermelerde bulunuyordu. Konuşurken her ne kadar gözleri cemaat içerisinde kısa turlar atsa da muhatap olarak yine en son Yusuf ta karar kılıyordu. Derviş Baba, zincirinden çekerek yeleğinin cebinden çıkardığı gümüş kaplama köstekli saatine baktı:
-“Evlatlarım! Vakit geç oldu biliyorum. O yüzden Yunus Emre hazretlerinin sözleriyle bugünkü sohbetimize son veriyorum. Yunus der ki:
Hiç değmeden cana batar,
Gafil olma yırtar atar,
Hor görme gel dervişleri
Yunus der ki bu aşk geldi,
Ölmüş canım diri kıldı,
Senlik benlik dilde kaldı,
Görünce biz dervişleri.”
Sohbeti tamamlamıştı … Sohbeti büyük bir dikkatle dinleyen köylüler yavaş yavaş dağıldı. Yusuf ise koskoca divandan bu şiiri bilerek seçti. Biliyorum maksadı beni çileden çıkartmak, diye öfkeli bir sitemden sonra yine yüreği kasvetle dolu ve keyifsiz evin yolunu tuttu..
Serdar ÜSTÜNDAĞ
Derviş
Anasayfa
Himmet
Mürşid ile Tevbeye Mecbur muyuz?
Vird Ne Demektir?