Sohbetlerin Etkisi

tarafından Nasihatler.Com
6 dakika Okuma süresi
A+A-
Orjinale Dön

Gavs (K.S.A) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular : “Eğer irşad etmek vaaz ve nasihatle olsaydı, çok güzel vaaz eden, nasihatta bulunan hocaların, mollaların etrafında cemaatlerin bulunması, onları irşad etmesi icap ederdi. Halbuki hiç de öyle değil” demek ki, bu iş zahiri değil. Bu iş, yani kulluğa davet vaaz ve nasihatla değildir. Ancak ve ancak sadatın manevi tasarrufu tesir ve irşada sebeptir. Yine Gavs (K.S.A) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular : ” Bir şeyhe sormuşlar : (İşiniz nedir, sanatınız nedir, siz neyle meşgul oluyorsunuz?” diye. Demiş ki : (Bizim işimiz çözmek ve bağlamaktır.) (Nasıl çözmek ve bağlamak Kurban?) diye sorduklarında şöyle cevap vermiş : “Bize gelenlerin kalplerini dünyadan çözer, ahirete bağlarız.”

Gavs-i Hizani Hazretleri’nin huzurunda cezbe ve harareti çok kalabalık bir cemaat her zaman bulunurdu. Cezbe, hararet ve muhabbetin çokluğundan kimse huzurunda normal olarak oturamazdı. Halbuki Gavs (K.S.A) fazla sohbet de etmezdi; umumiyetle sükut ederdi. Fakat tasarrufu maneviydi. Manevi tasarrufta bulunurdu. Bir seferinde oğlu vaaz ve nasihat etmek için müsaade ister. Müsaade alır ve sohbete, vaaza başlar. Allah’tan bahs eder. Bir iki saat kadar vaaz eder. Hiç kimsede ses yok, muhabbet ve cezbe emaresi görülmez. Sohbet biter. Babası Gavs-i Hizani “Haydi, kalkın Kamet getirin” der demez, cemaatin içinde bir feryadu figan kopar. Gavs’in oğlu hayretle kalır: “İki saattir sohbet ediyorum, hiç kimsede ses yok. Babam (haydi, Kamet getirin) diyor. Bütün millet cezbeye kapılıyor.”

Bir tarihte Bitlis’ de  Gavs’a itirazda bulunmuşlar: “Kim biliyor Gavs olduğunu; delili, alameti nedir? diye fikir serdetmişler. Orada hazır bulunan Bitlis müftüsü, “Ben biliyorum onun Gavs olduğunu. Delilim de şudur onun Gavslığına : Ben de alimim, ilmim var. Bir şehrin müftüsüyüm. Ulu Cami’ye gidiyorum, bir iki saat vaaz ediyorum. Vaazım bitip camiden çıktığım zaman arkamdan bir iki kişi bile gelmiyor. Bastonumdan başka bana yoldaşlık eden bulunmuyor. Halbuki Şeyh AbdülHalim çok az sohbet edip de kalktığı zaman arkasından en az yüz kişi de beraber kalkıyor. Bu Gavslık alameti değil de ya nedir? biz alimiz, bizim de ilmimiz var. Gerek halk yanında, gerekse resmi yerlerde sayılır ve seviliriz, itibarımız var. Ben vaaz ettiğimde camiden bastonumdan başka benimle çıkan olmuyor. Ama onun yüzlerce kişi peşindedir. Gavslık için bundan daha büyük delil olur mu?” diye itiraz edenleri ikna etmiş oldu.

İşte böyle… Eğer zahiri tasarrufta olsaydı, bunca kuvvetli vaizler, alimler, gayet güzel vaaz ve nasihat ederek, Allah’ı anarak sohbet ederken bir çok kimseyi de irşad etmeleri gerekirdi. Halbuki öyle olmuyor. Çünkü irşad işi tamamen manevi tasarruftur.

İnsan tarikata girince bunları daha iyi anlıyor. Huyunun, ahlakının değiştiğini; hiçbir cebir olmadan dünyadan kesilip ahirete bağlandığını, dünyadan soğuduğunu, Allah bahsi sohbetinin her şeyden daha şirin olduğunu, taat ve ibadetin hoş geldiğini insan hemen hissediyor. Bütün bunlar da ancak manevi tasarrufla olur.

Seyda Abdurrahman Taği Hazretleri henüz tarikat almamışken Gavs-i Hizani için; “hakikaten Gavs mıdır acaba? Bir ziyaretine gidipde baksam” diyor. Gitmeden de tasavvuf kitaplarını karıştırarak Gavslık alametlerini okuyor. O sırada Gavs-i Hizani (K.S) bir mollasını çağırıyor, “Evladım, diyor, var, Norşin’e doğru git, orada Abdurrahman’ı gör, kendisiyle görüşmek istediğimizi söyle, misafirlerim çoktur, onun için benim gitmem mümkün değil, lütfen kendisi buraya kadar zahmet etsin.” Molla derhal kalkıp Abdurrahman-i Taği Hazretleri’nin köyünün yolunu tutuyor. Soruyor soruşturuyor, Hazret’i bulup geliş sebebini anlatıyor.

Diyor ki: Beni Gavs gönderdi. Misafirlerinin çokluğundan kendisi gelemedi. Sizinle görüşmek istiyor, köyüne davet ediyor sizi.” Abdurrahman-ı Taği Hz.”Vallahi ben de ziyaretine niyet etmiştim. Kal,sabah olsun, beraberce gideriz.” diyerek gelen mollayı  o gece misafir ediyor.

Sabah yola beraberce çıkıyorlar. Gelmekte olduklarını Gavs haber alınca müridleriyle beraber karşılamağa çıkıyor ve köyün dışındaki bir tepenin üzerinde beklemeye koyuluyor. Abdurrahman-ı Taği Hazretleri ise yolda gelirken tasavvuf kitaplarında gördüğü Gavslık alametlerinden “Yağmur yağınca Gavslar yağmurdan ıslanmaz” ibaresini düşünerek köye yaklaşmaktadırlar.

Mevsim bahar, gökte en ufak bir bulut kümesi bile yok. Nihayet köye vasıl olup Gavs Hazretleri ile buluşuyorlar. Hemen orada tepenin üzerinde oturarak sohbete koyuluyorlar. Az bir zaman sonra gök gürleyip, şimşekler çakarak sağanak halinde yağmur yağmaya başlıyor. Oysa ki havada hiç bulut yoktu az evvel. Sığınılacak bir yer olmadığı için iyice ıslanıyorlar. Tam bu sırada Abdurrahman-ı Taği Hazretleri’nin aklına tasavvuf kitaplarında gördüğü (Gavslar yağmurdan ıslanmazlar) ibaresi geliyor. Başını kaldırıp Gavs-i Hizani Hazretleri’ne baktığında ne görsün, üzerinde en ufak bir ıslaklık bile yok, sanki hiçbir yağmur yağmıyor. Gördüğü manzara karşısında kendinden geçip bir nara atarak derhal oradan uzaklaşıyor. Gavs-i Hizani’ye, “Kurban, Molla Abdurrahman gitti” denilince,

-“Bir şey olmaz, Sadatın himmetiyle o tekrar gelir” buyuruyor.

Hakikaten az bir zaman sonra tekrar geliyor, hem de bir daha geri dönmemek üzere. İşte böyle… Eğer manevi tasarruf, manevi kuvvet olmasaydı böyle bir teslimiyet, böyle bir bağlılık olmasına imkan bulunur muydu?

Hazret-i Norşini (Şeyh Muhammed Diyauddin) bir ara hastalanmış, bir müddet için cami’e gidememiş, evden çıkamamıştı. Bir magrip namazında, rabıtadan sonra haber gönderip mollaları eve çağırtmış. Bütün mollalar neşe içinde eve koşmuşlar. Öyle ya mürşidlerini uzun müddet görememişler, bir müddetten beri ondan uzak kalmışlar. Huzura varmışlar, Hazret müsaade verince oturmuşlar ve beklemişler. Hazretten ise hiç ses yok, zerre kadar kimseye iltifak etmiyor, sakin ve sessiz. Bir saat kadar oturduktan sonra Hazret, “Haydi, size müsaade verdim, gidebilirsiniz” diye mollaları gönderiyor.
Huzurundan çıkan bazı mollalar üzüntülü üzüntülü konuşuyorlar : Sohbet olacak diye ne kadar sevinmiştik. Halbuki Hazret hiç konuşmadı. Nasıl geldiysek öyle de dönüyoruz, diye dertleşiyorlar. Bunları işiten Hazretin hanımı, çocuklarına, “Eyvah, ben Hazretin saliklerini manevi tasarruf ehli zannederdim. Bilmiyordum ki onlar laf u güzaf peşindedirler. Ben zannediyorum ki onlar manevi tasarruf peşinde koşanlardandır. Halbuki onlar laf peşinde koşuyorlar. Bu durumda Allah’tan uzaktırlar. Hakiki Nakşibendî olmamışlar hala” diyerek ağlıyor.

Çokları vardır ki şeyhlerinin huzurunda otururlar. Fakat şeyh hiç sohbet etmez. Ama lazım gelen irşadı da sohbetsiz olarak yapar.” Onlar sohbet peşinde değiller.

Sohbet bir eğlencedir. Nasıl çocukları lafla eğlendirir, lafla kandırırlarsa sohbet de aynen onun gibi bir şeydir. Sohbet Cennetten bahsedip neşelendirmek, Cehennemden bahsedip korkutmak içindir. Üç – dört yaşlarındaki çocukları bazen korkutup bazen mükafatlandırma gibi bir şey. İşte sohbet de salikler için böyledir. Bazen neşelendirir, bazen de hüzünlendirir, bazen Cennet bahsi ederek mesrur etmek suretiyle ta Nakşibendîye Tarikati’ne alıştırıncaya kadar sohbet devam eder. Esasta, hakiki Nakşibendilikte sohbet yoktu, Tarikat-i Nakşîbendi’de bir rükün mesabesinde olan sohbete pek kıymet verilmez. Sultanın pek kıymet verilmez sözleri manevi tasarruf cihetiyledir. İrşadın sohbetle değil, manevi tasarrufla olduğunun işaretidir. Şayet irşad sohbetle olsaydı, binlerce vaiz, hatip ve natıka sahibi kimselerin birer mürşid olup irşad makamında oturmaları icap ederdi. Halbuki hiç de öyle değil. Gavs-i Hizanî gibi zatların, çok az sohbetle çok geniş kitlelere irşad etmeleri irşadın zahiri olan sohbetle değil, Batınî olan manevi tasarrufla olduğunun işaretidir. Sohbet ise manevi tasarrufa zemin hazırlayan, talipte alıcı gücü kuvvetlendiren bir vasıtadır.

İleride görüleceği gibi sohbet haşa inkar edilmemekte, bilakis teşvik ve tavsiye edilerek ehemmiyeti belirtilmektedir. Bütün tasarruf işleri, manevi olarak yapılır. Yeter ki talipte huzur olsun, rabıta huzuru bulunsun, laf u güzaf aşığı olmasın.

Zaten bu zamanın insanlarını sadatın himmeti, manevi tasarruf olmadan düzeltmek çok zor. Çünkü fesat çoğalmış, her tarafı zorluk sarmış, sadatın himmeti, Peygamberin (S.A.V) himmeti olmadan muvaffak olmak mümkün değildir. Eğer bütün bu himmetler olmasa, Nakşîbendiye tasarrufu bulunması idi, bu zamanda Allah’ın yolunu tutmak mümkün olmazdı. Çünkü insanda bir kuvvet kalmamış. Eskiden insana musallat olan iki düşman vardı sadece; Nefs ve şeytandan başka bütün alem, insanın dinine, imanına düşman olmuş, kuvveî maneviye olmasa, Nakşîbendi silsilesi ve onların himmeti bulunmasa mücadele edip muvaffak olmam mümkün olmaz. İnsan o güç ve takati kendinde bulamaz.

Peygamberler (A.S) dahi insanın yardımına gelirler, manen yardımcı olup insanı desteklerler. Eğer onların da manevi kuvvet ve destekleri olmasaydı, bu zamanda hiç kimse yakasını kurtaramaz, imanını muhafaza edemez ve onu koruyamazdı.

Gavs-ı Kasrevi Abdulhakim El Hüseyni

Yorumlar kapalı.

Bunları da beğenebilirsiniz