Neme lazım be sultanım
Medyumluk ve Hayvan Rızkı
İşin kolayına kaçmak insanın fıtratında var. Bu zafiyettenden istifade edenlerin başında da eskilerin tabiriyle münecimler , yeni moda tabirle medyumlar geliyor. Bildiğimiz cinci hocanın fiyakalı ve de vergi levhasına sahip şekline medyum deniliyor. Demek ki ne derece yasaklasanız da, bu tür faaliyetler talebin dayanılmaz baskısıyla kendince meşru bir zemin buluyor.
Asıl ilginç olan ise, günümüzde dinî hassasiyetin azalmasına, hatta Allah’ın ism-i şerifi sadece alışkanlıkla söylenen “inşallah, maşallah” derken hatırlanmasına rağmen, büyü çözdürmek, kısmet açtırmak, orasına burasına yazı yazdırmak cinsinden faaliyetler son sürat devam ediyor. Üstelik zengini-fakiri, okumuşu-cahili, memuru-esnafı farketmiyor , herkes bu yolla kestirmeden işlerini düzeltmenin gayretinde. Eli klavye tutanlar ise işlerini sanal medyumlarla hallediyorlar .
Elbette bu durum günümüz insanına has bir zafiyet değil. Eskilerden de birçok makam-mevki sahibi insan işleri rast gitsin diye bu yollara başvurmuş. Rahmetli Ferit Kam latife babından başından geçen bir olayı anlatır.
“Bab-ı Âli’de rütbesi büyük, fakat kendisi cühela-i ümmetten bir zat varmış, bir türlü terfi edememiş. Günün birinde arkadaşları ona keskin nefesli bir hocayı tavsiye etmişler. ‘Hazır yakında bayram var. Teşrifata dahil olduğun için nasıl olsa huzur-u saadete (padişahın huzuruna) çıkacaksın. Muskayı boynuna tak, saraya git, padişahın gözüne şirin görünürsün’ demişler.
Adamcağız öyle yapmış. Nişanları göğsüne, muskayı koynuna yerleştirmiş, saraya gitmiş. Gerçekten de Hünkârın gözüne şirin görünmüş. Umduğu iltifata nail olmuş ve terfi etmiş. Günün birinde o zatı tebrike giden Ferit bey :
- Yahu Beyefendi , merak ettim şu muskada ne yazılı acaba? Bunca yıldır sizi terfiden mahrum bıraktıkları halde muskayı alır almaz terfi ediverdiniz! Şunu verseniz de bir okusam, demiş.
Adamcağız muskayı çıkarıp vermiş. Kur’an-ı Kerim’den şu mealdeki ayet yazılıymış: ‘Yeryüzünde yürüyen bütün hayvanların rızıkları ancak Allah’ın üzerinedir.’
Her ne kadar ayette geçen “dâbbe” kelimesi Arap örfünde dört ayaklı hayvan manasına gelse de, insan olsun hayvan olsun tüm canlılara şamilmiş.”
Yönetim Ne Zaman Çöker?
Osmanlı’nın muhteşem zamanlarıdır, Kanuni Sultan Süleyman devletin akıbetini düşünür; günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı diye.
Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi’ye sorduğundan, bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu Yahya Efendi’ye gönderir.
Mektupta: “Sen ilâhi sırlara vakıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?” diye yazılıdır.
Mektubu okuyan Yahya Efendi‘nin cevabı çok kısa ve şaşırtıcıdır: “Neme lâzım be sultanım !.. ”
Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan bir mana veremez. Yahya Efendi gibi bir zat nasıl böyle bir cevap verebilir? Söylenmeye başlar: “Acaba bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta?” Nihayet kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir. Der ki:
- Ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!
Yahya Efendi şöyle bir bakar:
- Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz ettim.
- İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “neme lazım be sultanım” demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi bir anlam çıkarıyorum.
Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu müthiş açıklamasını yapar:
- Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyi olsa, işitenler de neme lazım deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hale gelir…
Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder, sonra da kendisini böyle ikaz eden bir alim olduğu için Allah’a şükreder, bu türlü ikazlardan geri kalmaması için tembihte bulunarak oradan ayrılır.
Mektup Topkapı Sarayı’nda sergi halindedir…
Hak Gönüle Bakar
Bil ki Hak gönüle bakar; gönülde açık, gizli ne var, ona nazar eder. Gönlünde onun sevgisi varsa O daima sana nazar eder durur.
Sevgisiz ibadet edersen, Allah kapısından huzur elde edemezsin. Adet edinilen ibadet, aşktan, gerçeklikten, kavuşma özleminden değil, münafıklıktan meydana gelir. O kulluk, O’nun razılığını elde etmek için değil ad, san kazanmak, ayıptan kurtulmak içindir.
Senin ibadetinin şeklinde can yoktur ki, Hakk’a layık olsun. Canı olmayan şekil, mezara gömülmekten başka bir işe yaramaz. Değil mi ki Allah gönüle nazar etmekte, şu halde gönlünü geliştir, çünkü O’nun baktığı yer gönüldür. Artık sen de gönlünü doğrult. Balçık içindedir ama asıl olan, gönüldür.
Gönlünü Hakk’a ver de saf bir hale gelsin, tertemiz olsun, toprağın üstünden su gibi akıp gitsin. Su da toprağın üstünden akıp gitmez mi, suya topraktan bir ziyan gelir mi?
Tertemiz su, toprakla bulanmaz; apaydın, tertemiz bir halde akar, gene denize kavuşur. Süt de kanın, pıhtının arasından geçip, süt emen çocuğa temiz, saf olarak gelir, ulaşır.
Yolu o pisliklerden geçer ama bak da gör, hiç onlara bulanıyor mu? Ananın muhabbeti onu tortudan arıtıyor da, bize saf bir halde getiriyor. Böylece Allah’ın muhabbeti, rahmeti de coştu mu, acıları tatlıdan, kötüleri iyiden ayırt eder. Tatlı ve iyi olan da o zehirlere, o kötülüklere bulanmaz; hoş bir halde Allah’a ulaşır.
Gönül, balçıkta olsa da güneş gibi nurlar saçar. Balçıktan ona bir zahmet gelmez, hatta zahmet bile onun yüzünden rahmet olur.
Gönlünü Allah’a ver, balçığı düşünme de bütün işlerin ilerlesin.
Akif GÜLER
Neme lazım be sultanım
Seyda Hazretlerinin Bir Kerameti