Merhametten Maraz Doğar mı?
Merhamet müminin şiarıdır; Müslüman merhametle muamele eder. Peki öyleyse, âdeta merhametten imtinaya teşvik eden şu meşhur “Merhametten maraz doğar” darb-ı meselini nereye koymalı?
Her besmele, “Rahman ve Rahim olan Allah’ın” kullarına bir merhamet telkinidir aynı zamanda. Ahlâkıyla ahlâklanmamız gereken Peygamberimiz s.a.v.’in en mümeyyiz vasıflarından biri de merhametle muameledir. Efendimiz s.a.v.’in şefkat ve merhametle davranmamızı öğütleyen hadisleri yanında, Kur’an-ı Kerim’de “müminlerin birbirlerine karşı yumuşak ve alçak gönüllü olmaları”, Müslüman cemiyetinin şiarından sayılmıştır.
Nihayet merhamet imanın iktizasıdır. Maun Suresi’nde “yetimi itip kakarak, yoksulları doyurmaktan kaçınarak” merhametsizliğini açığa vuran bir “tip”e işaret edilir. Bu kişinin kimliğine dair muhtelif rivayetler varsa da, kim olursa olsun, bunun kıyamete kadar her devirde karşılaşabileceğimiz bir “tip”i temsil etmesi daha mühimdir.
Nitekim acımasızlığı, gaddarlığı, zalimliği ile tebarüz eden bu insan tipinin birinci vasfı, mezkur surenin ilk ayetinde ifade buyurulduğu gibi “dini yalanlaması”dır. Kıyamet ve hesap gününe inanmayan, Allah’ın ceza ve mükafat vaadini tekzip eden birisinin elbette merhametten nasibi olmayacaktır. Demek ki merhamet imana merbuttur. İmansızda merhamet olmaz.
Bütün bu izahat bizi şu neticeye götürür: Merhamet müminin şiarıdır; Müslüman merhametle muamele eder. Peki öyleyse, adeta merhametten kaçınmaya teşvik eden şu meşhur “Merhametten maraz doğar” darb-ı meselini nereye koymalı?
Merhametten muhabbet doğar
Hemen söyleyelim, merhametten maraz değil, muhabbet hasıl olur. Zira merhamet, rahmet etmek, yani acımak, şefkat göstermek ve bu duyguların tesiriyle iyilik, lütuf ve ihsanda bulunmak demek. Yine “rahmet” ve “merhamet”le aynı kökten türemiş “rahim” kelimesinin manalarından biri de “akrabalık”tır ki “sıla-i rahim” terkibinde bu mana kastedilir.
Şu halde merhamet etmek, bir nevi akrabalık kurmak, diğer insanlarla da akrabalık münasebetlerine benzer münasebetler geliştirmektir. Bu ise maraz değil sıhhat alametidir. Nitekim Müslüman toplulukların sıhhati ve fertlerinin birbirlerine muhabbeti için merhametle muamele elzem sayılmış, teşvik edilmiştir.
“Bütün müminler ancak kardeştirler.” (Hucurat, 10) ayeti ve Rasul-i Ekrem s.a.v.’in sıkıntıları paylaşma sadedinde Müslümanları “aynı vücudun azaları gibi” nitelemesi, bir yönüyle merhamete, dolayısıyla dayanışmaya, yardımlaşmaya, muhabbete ve sağlam bir cemiyete teşviktir. Kaldı ki merhamet muhabbetin tezahürüdür. Bu sebeple de merhametten yine muhabbet hasıl olacaktır.
Merhametten Maraz Doğar mı?
“Merhametten maraz doğar” sözü bir sitemi ifade etmiyorsa eğer, “maraz”a sebebiyet veren duygu veya davranış merhamet değil demektir. Velev sitem maksadıyla söylenmiş olsun, sözün zımnındaki “karşılık beklentisi”nden hareketle bunun dahi aslında merhametle alakasının bulunmadığı iddia edilebilir.
Merhamet nedir öyleyse?
Merhamet “duygu”dan ziyade “fiil”dir
Merhamette muharrik unsur acıma, sevgi, şefkat olsa da, bu duygular bizatihi merhamet değildir. Bunların hür irade ile fiilî bir yardıma dönüşmesi, merhamet edilen varlığın bir ihtiyacını imkan nisbetinde karşılaması gerekir. Yani bir yoksula sadece acımak merhamet olmaz. Bu duygunun bir yardım şeklinde tezahürüne ancak merhamet denilebilir.
Bir de merhamette maksat, kişinin acımaktan dolayı vicdanında hasıl olan elemi gidermek değil, kendisine muhtaç olanı rahata kavuşturmaktır. Şu halde merhamet “acıma ve şefkat duygusuyla başlayan ama muhatabın sıkıntısını gidermeye matuf bir yardım fiiline inkılap ederek müşahhaslaşan ahlâkî bir davranış”ın adıdır.
Buradaki yardımı da yalnızca maddi destek gibi anlamamak gerekir. Kaynaklarımızda merhametle davranmanın icaplarından olmak üzere evladı koruyup gözetmek, ana babaya hürmet ve itaat, sıla-i rahimde bulunmak, yaşlılara, yoksullara, hastalara, sakatlara, yetimlere, kimsesizlere, yolculara yardım ve alaka yanında alçak gönüllülük, selamlaşma, hal hatır sorma, gönül alıcı sözler söyleme ve tebessüm de zikredilmiştir.
Merhamet, Cenab-ı Hakk’ın “rahmet” sıfatının insanda tecellisidir denir ve bütün mahlukata şamil kılınır. Bu cümleden olmak üzere mesela umuma ait bir yerdeki ağaca su vermek, bir sokak kedisinin karnını doyurmak dahi merhametle muamelenin işaretidir.
Yardım eden kişi bu yardımını hür iradesiyle gönülden yapmıyor yahut muhtacın ihtiyacını karşılamak yerine gösteriş için, kendisini müşfik biri gibi tanıtmak için yapıyorsa, ameller de, onların neticeleri de niyete göre olduğundan, bu “niyet bozukluğu” maraza yol açacaktır şüphesiz. Demek ki “maraz” merhametten değil, merhamet kılığına sokulan nefsî bir hesaptan doğmaktadır.
Acımanın marazî olanı
Merhametin maraza yol açtığı düşüncesi, acıma duygusunun “yanlış yönlendirme” tehlikesine dikkat çekiyor da olabilir. Nitekim bazı ana babalardaki ölçüsüz bir sevgi, şefkat ve koruma duygusu, zamanında alınması gereken tedbirleri ihmale sürükleyerek, çocuklarda kalıcı davranış bozukluklarına sebebiyet verebilmektedir. Mesela çağı geldiği halde “kıyamadığı” gerekçesiyle çocuklarının namaz ve oruç gibi mükellefiyetlerini ihmale göz yumanların, merhamet zannedilen bu acıma yahut kıyamama tutumu, elbette marazlara zemin hazırlayacaktır.
Muhtacın hayrı için ona yardımın esas olduğu merhamette, bu yardım bazen muhatabın nefsine ağır gelecek tarzda da yapılabilir. Bir hastalığın tedavisinde elzem olan ama elem veren bir ilacı içirmekten sarf-ı nazar nasıl merhamet değilse, karşıdakinin nefsine hoş gelen her yardım yahut tutum da merhamet değildir. Fayda ve zarar kavramları ahiretteki mizan dikkate alınmadan belirlenir, “ebedî geleceği” pahasına, merhamet adına kişinin bu dünyadaki geçici bir ihtiyacı karşılanırsa, bu onu tedavisiz bir maraza düçar edecektir.
Nihayet merhameti sadece acımak, üzülmek ve üzüldüğünü ifade etmek şeklinde anlamanın, insanı havassa mahsus bir gıybete sürükleyerek “maraz” doğurması söz konusudur. Bazen bir kişinin kusurlarına, mesela onu vebale sokan yazıp söylediği yanlış şeylere, hatalı davranışlarına hakikaten üzülür, onun adına endişe ederiz. Ama bu acıma ve üzüntü, o kişinin kusurlarını gıyabında faş etmemize, olur olmaz yerde bunları anlatmamıza sebep olur ki netice itibariyle gıybettir.
İnkârcıya merhamet
Müslümanlar için tehdit oluşturan saldırgan ve zalim kâfirlerle savaşılır. Fakat bu savaş ve öldürme fiili bir gaddarlığın, vahşetin, şahsî bir kinin eseri değildir. Belki mahlukatın geri kalanına merhametin icabıdır. Zira Müslüman fayda ve zararı ilahî bir perspektiften, dünya-ahiret bütünlüğü içinde tayin ve tesbit eder. Kâfirlerle savaşması ve onları öldürmesi, kangren olan bir kolun, vücudun kalan kısmını kurtarmak için kesilip atılması kabilinden bir merhametin iktizasıdır. Nitekim böyle bir yakın tehlike yoksa, yaşatmak ve diriltmekle mükelleftir.
Savaş halinde bile kâfirlerin muharip olmayan çocuklarını, kadınlarını ve yaşlılarını öldürmez. Zımnî hükmündeki kâfirlere iltifat etmemekle beraber, eziyette ve kötü muamelede bulunmaz. Savaş zamanı dışında kâfire şiddetle mukabele, iman esaslarına taarruz halinde hassasiyet gösterme ve bu esasları savunma yahut sakınma hususundadır.
Bununla birlikte Allah Tealâ’nın tevbe kapısını herkes için açık bırakmasından, günah işlemekte haddi aşmış kullarına tevbe şartıyla “rahmetinden ümit kesmemeleri”ni beyan buyurmuş olmasından hareketle, müşrik ve kâfirlerin dahi bir gün hidayete erdirileceğini umarak bunu dua ile istemesi, müminin kâfire merhametidir. Vahşi örneğinde olduğu gibi, Sahabe-i Kiram, en azılı müşriklerin bile ihtidasını sevinçle karşılamıştır.
Kâfirlerin, fâsıkların, günahkârların hayrını yani hidayetini arzulamak tarzındaki bu merhamet, tabiidir ki daha çok yüz çevirmek, nehy-i münker için sert davranmak şeklinde tezahür edecektir. Hayırlı bir netice ve fayda için her hal ü kârda sert ve şiddetli, yahut her hal ü kârda yumuşak ve munis olmak kemal değildir. Asıl kemal, şiddeti de hilmi de yerinde kullanmak, adaleti, gerekli kıvamı, orta yolu yani “insaf”ı bulmaktır. Onun için “bir şeyin yarısı, dengeyi veya diğer yarıyı da gözeterek ortayı bulmak” demek olan “insaf”, merhametle aynı manada kullanılır.
Tamam; kâfir, fâsık, günahkâr da olsa muhataba haddi aşan ölçülerde sert davranmak insafsızlıktır. Ama sertlik icap eden yerde yumuşak davranmak da insafsızlıktır. İnsaf ölçüsünü kaçıran bir yumuşaklık merhamet olmaz. Dolayısıyla merhamet zannedilen böyle bir tutumdan muhabbet değil, mazarrat husule gelecektir.
Ali YURTGEZEN
Yorumlar kapalı.