Anasayfa Tasavvuf Sohbetleri Bir Seferdeyiz

Bir Seferdeyiz

tarafından Nasihatler.Com
4 dakika Okuma süresi
A+A-
Orjinale Dön

Bir seferdeyiz; ya ebedi saadete, ya da ebedi felakete..

Cenab-ı Mevlâ’nın en mükemmel surette yaratmış olduğu insanoğlunun, varoluş gayesi nefsini tanıyarak yüce yaratıcısını bilmek ve O’na yakınlığı elde etmektir. Bu da, iki cihan serveri Efendimiz A.S.’ın haber verdiği üzere, “büyük cihad” denilen nefisle mücadele ve mücahedeyi başarmakla mümkündür.

Hiç şüphe yok, nefisle mücadele, kişinin kendisini ciddi bir kontrol altında tutması, muhasebe ve murakabeyi hayat tarzı haline getirmesi demektir.

Nefisle mücadele diyoruz; çünkü insan, bütün zıt sıfatları kendinde toplamıştır ve ciddi bir imtihan geçirmektedir. İnsanoğlunun ebedi hayatını belirleyecek olan bu ciddi imtihan, Rabbi’nin türlü hikmetli ve esrarlı işlerini ibret nazarıyla tefekkür etmeyi mecburi ve zaruri kılar.

İnsanoğlu Meleküt Alemi ile şehadet Alemi arasında bir köprü mesabesindedir. Yani hem madde alemiyle, hem de mana alemi ile irtibatlıdır. Böyle iki yönlü yaratılmasının maksadı ve hikmeti, insanın et ve kemikten oluşmuş beden ülkesinden lâhutî iklime, ebedi mutluluk ve safa alemine yükselmesini mümkün kılmaktır.

Beden ülkesinin saray hükmünde olan insanî kalp, mahiyeti itibariyle Alem-i Meleküt’tandır. Bu yüzden kalıbı küçük olan kalbin, manadaki enginlik ve genişliğine bir sınır çizilememektedir. Adeta bütün alemler, kainat, insandaki kalp okyanusunun derinliklerine gizlenmiştir.

İşte bu şerefli vasıfları ve yüceliği sebebiyle kalp Rabbü’l-Alemin’in tecelligâhı olmuştur. Ve insan kainatın özeti ve yaratılmışların en şereflisi oluşuyla temayüz etmiş ve bütün mevcudatın üstünde bir makam kazanmıştır.

İnsanoğlu yaradılış gayesine mutabık veya muhalif olarak müsbet yönde yükselmekte veya menfi yönde alçalmaktadır. Başka bir ifadeyle insan, “esfel-i safilin” ile “alây-i illiyyin” arasndaki büyük mesafede hareket halindedir ve bir yer işgal etmektedir. İnsanın bu iki uç arasndaki yeri, bir tek şeye bağlıdır: Yaradılış gayesi ve hikmetine göre bir tercih yapıp yapmamasna. İnsanın yapacağı bu büyük tercih sebebiyledir ki, o ne melektir, ne de hayvandır.

İnsan, hem melekî ve hem de hayvanî sıfatları benliğinde taşır. Bu sıfatlarından hangisini kuvvetlendirici vesilelere yaprsa, o yanı ve o benliği gelişir. Böylece insan, ebedi felaket ile ebedi saadet arasnda gezinir durur. İman ile inkâr arasında sayısız konaklarda mevki ve mertebe sahibi olur.

Menfi yönde sonsuz ile müsbet yönde sonsuz arasında insan manen bir seyir ve seferdedir. Bu iki sonsuz arasında iman, sıfır noktasından müsbet sonsuza doru insanı derhal miraca başlatır. Küfrü tercih ise insanı menfi sonsuza doru ebedi felaket vadisine iter. Sıfır noktasından müsbet sonsuz istikametinde alınan manevi mesafe, imanın kemali ve amel bakımından kuvvetliliği nisbetindedir ve buna nisbetle Cennet-i Alâ da derecesine göre bir mertebedir. Sıfır noktasından menfi sonsuza doru yaratılış hikmetine ters yönde gidiş ise, ancak hakikatlere karşı inatçılığın ifadesidir.

Küfrün şiddeti ve manevi benliği tahribat nisbetinde, insan ebedi felaket yurdu olan Cehennemde hak ettiği dereceye iner. İnsanoğlu işte böylesine iki yönlü bir yapıya sahiptir.

Unutulmamalıdır ki, her insanın Rabbi’nin uzağına ya da yaknına götüren bir yolculuğu mutlaka vardır. Ve bu yolculuk, insan yaşadıkça devam eder, gider.

Mükellef kılınmış varlıklar olan insan ve cinlerin dışında, bütün mahlukat tercih hakkı olmaksızın Rabbi’ne itaat eder ve ister istemez O’nun adına iş görür.

Bu haliyle bütün alem O’nun büyük kudretinin şahidi, sanat ve itirazsız kuludur. Her zerresiyle bütün mevcudat kendi hal lisanıyla O’na işaret eder, O’ndan bahseder.

Eşref-i mahlukat olan insanın Rabbi’ni anması, hatırlaması, O’nu şanına yaraşır mahiyette yâdetmesi ise, kendi arzu ve iradesine bırakılmıştır.

İnsanın iradesiyle Rabbi’ni zikri, mahlukatın hal diliyle yaptığı zikre, cemaatin tesbihine şuurlu bir iştiraktir. Bu durum varoluş gayesinin kalplerdeki tecellisi, dillerdeki terennümüdür. Bu hal, bütün ilimlerin neticesinin, kalbî bir haz, bir feyz ve bir mana olarak, Kelime-i Tevhid gibi bütün hakikatleri temsil eden bir formül halinde dilden dökülmesidir. Bu ses ebedi saadeti müjdeler. Bu ses ve tad imana, iki cihan saadetinin teminatıdır.

Bu mübarek telaffuz ve terennüm, daha dünya hayatında iken ebedi cennet hayatnın küçük bir numunesi olan marifetullah ve muhabbetullah deryasına dalarak, doya doya, kana kana içmektir.

İşte bu kurtuluş vesilesi, mana hayatının çeşmesi, Kur’an-ı Hakim’in sırrı, kulluğun alamet-i farikası, ebedi saadetin müjdecisi zikrullahtır. Yani Allah’ı anmak, hatırlamak, O’nu yâd etmektir. O’nun noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf olduğunu ikrar ve teyit etmektir.

Yani zikrullah, kulluğun özeti, ibadetlerin ruhu ve mihveri, saadetin şifresi ve müminlerin en şerefli nişanıdır. Zikrullah, her şeyden ama her şeyden büyüktür; hatta içinde zikri ihtiva etmeyen her ibadetten de. Çünkü zikrullah en güzel isimlerin sahibi yüce Mevlâ’yı anmaktır.

Hakka vuslat yolunda nefs ve şeytanla mücahede ve mücadelede en müessir, en etkili silah zikrullahtır. Zikrullah marifet ve muhabbetin sebebidir ve imanı güçlendirir. Neticede de müminleri Cennet ve Cemâl’e vasıl eyler.

Zikir, tevhide kadar bütün makamları meyvelendirir. Baka hiç bir vasıta ile ulaşılamayan makamlara ulaştırır.

Bütün kainat, cereyan eden hayat cazibesiyle, hep aynı gayeye doru bir koşturma içinde. Mutlak kudrete, Hakk’a vuslata, ehad olan Yüce Allah’a doğru koşu içinde. Bütün varlıklar sermest halde dönmede.

Ve insanoğlunu kendi fıtratı çağırıp durmada. O’nun vuslatına davet etmede. Kopup geldiği ebed ve ezel sırrı, içinde yanıp durmada. Koşmak, rahmet deryasının muhabbetiyle aynı hedefe koşmak… İşte fıtrata dönüş bu.

Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun.

M.Saki El Hüseyni

Yorumlar kapalı.

Bunları da beğenebilirsiniz