Anasayfa Kitap Tanıtımları Keramet Çeşitleri

Keramet Çeşitleri

tarafından Nasihatler.Com
8 dakika Okuma süresi
A+A-
Orjinale Dön

Keramet Çeşitleri

Keramet tabiri, önce nazari, daha sonra ise bir kısmı felsefi bir hal alan, tasavvufta kullanılan önemli kavramlardandır.
Mutasavvıflar kerameti suri ve hakiki olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Suri kerameti, hayz-ı rical olarak değerlendirirler. Bu da bu çeşit keramet göstermenin hoş bir şey olmadığını göstermektedir. Asıl keramet istikametten ibaret olan hakiki keramettir.

Sünnî tasavvuf düşüncesine sahip Şeyhülislâm Ahmed-i Câmî Nâmekî, 11. yüzyılın sonuyla, 12. yüzyılın ilk yarısında Selçuklular döneminde, İran’ın Horasan bölgesinde yaşamıştır.Bu yazı Semerkand yayınlarından kendi ismi ile çıkan kitabın tanıtımıdır. Kitabı satın almak için tıklayın

Şeyh Ahmed-i Câmi’nin menkıbe ve kerametlerini kaydetmeden önce, keramet ve mucize konusundaki görüşlerine yer vermek daha yerinde olur. Câmi’ye göre evliyanın kerameti beş çeşittir:

1. Keramet-i fazl– Bu çeşit keramet tamamen Allah vergisidir, kulun onda bir dahli yoktur. Kul bunun şükrünü eda ederse gittikçe fazlalaşır ve bu keramet kişinin derece derece evliyanın makamına ulaşmasını sağlar. Zira Allah’ın fazlı ve keremi kâfirin kalbine vâsıl olursa o kimse müslüman, günahkârın kalbine vâsıl olursa tövbekar, tövbekarın kalbine vâsıl olursa istikamet sahibi, istikamet sahibinin kalbine vâsıl olursa evliya, evliyanın kalbine vâsıl olursa abdal olur. Câmi, bu kerameti aniden ortaya çıkan yağmura benzetip şöyle devam eder:

-“Yağmur çorak araziye yağdı mı nasıl orayı rengârenk bir gül bahçesine çeviriyorsa, ihlâslı mümin de yağmur gibi farkına varmadan keramete müstehak ve müminlerin gönlünü gül bahçesine çevirmeye sebep olur.”

Keramet Çeşitleri

2. Keramet-i kesbi– Kul devamlı gece ve gündüz ibadet edip Allah’a C.C iltica ederse, nefis ve hevâsını öldürür. Böylece gönül dünyası aydınlanır, feyiz nurları kalbine akar ve feraset ve keramet sahibi olur. Bu keramete keramet-i kesbi denilir. Keramet-i kesbiye sahip olanın söyledikleri hep hikmettir. Çünkü keramet hikmetsiz olur, fakat hikmet asla kerametsiz olmaz.

3. Keramet-i gurur– Kulun Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği kerameti kendi nefsine mal edip gururlandığı keramettir.

4. Keramet-i mükâfatı– Allah Teâlâ’nın verdiği kaza ve belalara karşı kul sabır gösterdi mi salih, zâhid ve ihlâslı olur. Bu kaza ve belaların bazıları, malın tamamen elden çıkması, amansız bir hastalık veya çocuğun vefat etmesi gibi şeylerdir. Ayrıca kul bunlara karşı sabır gösterirse Cenâb-ı Hak da buna mukabil ona ikramlarda bulunur. Buna keramet-i mükâfati (mükâfat keramet) denilir.

5. Keramet-i hakiki– Câmi’ye göre asıl keramet budur. Bu keramete mazhar olan ebedi hil’ati giymiş olur. Süfilerin en çok önem verdiği ve itibar ettiği keramet, hakiki keramettir. Hakiki keramet ilimde, irfanda, ahlâkla, ibadette ve edepte gösterilen üstün meziyetler, faziletler, harikulade hallerdir.

Mutasavvıflara göre en önemli keramet, kişinin kötü huyunu bırakıp iyi huy edinmesidir. Sehl b. Abdullah-ı Tüsteri (K.S), “Kerametlerin en büyüğü, kişinin kötü huylarını iyi huylarla değiştirmesidir” demiştir. Kuşeyride keramet konusunda buna benzer açıklamalarda bulunmaktadır. Ona göre evliyada zuhur eden en büyük keramet, Cenâb-ı Hakk’ın veli kulunu devamlı ibadet ve taatte bulunmaya muvaffak kılması ve günahlardan muhafaza etmesidir.

Gerçek keramet, şer’i kanunlara uymak ve sünneti yaşamaktır. Hatta Bayezid-i Bistâmi (K.S),

-“Bir kimsenin havada bağdaş kurup oturduğunu görseniz, onun Allah’ın emir ve yasaklarına riayet, sünnete ittiba konusundaki hassasiyetini görmedikçe sözüne itibar etmeyiniz” der.

Bigânelerin kerameti, tasavvuf kaynaklarında, bigânelerin nail olduğu harikulade haller istidraç olarak zikredilmekte, Ahmed-i Câmi ise bu harikulade haller için istidraç kelimesi yerine keramet kelimesini kullanmaktadır. Harikulade haller, inanan inanmayan, dindar, günahkâr herkeste görülebilir.

İnanmayan ve gafil insanlarda zuhur eden bu hallere mekr, ihanet, istidraç gibi isimler verilir. İnanmayan ve günahkâr şahıslarda böyle olağan dışı hallerin görülmesi onların buna bakıp gururlanmaları, şımarmaları, azgınlıklarını artırmaları, sonuçta daha büyük ve daha şiddetli bir azaba maruz kalmalarına sebep olur. Hangi dinde ve inançta olursa olsun bazı insanlarda tabiat kanunlarıyla açıklanması mümkün olmayan olağanüstü haller görülebilir. Ancak bunların sürekli ve düzenli olmadığını bilmek gerekir.

Harikulade bir hale mazhar olan kişinin, kim olursa olsun, hakikaten Allah’ın rızasını kazanmış faziletli insan derecesine geldiği kesin olarak söylenemez. Nitekim bâtıl ve hak dinlerin hemen hepsinde, din adamı veya inananlarda zuhur ettiğine inanılan harikulade haller olabilir.

Mesela bazı ilkel dinlerde büyücü veya şamanın vecd halinde kötü ruhları uzaklaştırdığına, hastaları iyileştirdiğine inanılıyordu. Yahudilik’te din adamları ve mistiklerin Allah’ın iradesi ile hastaları iyileştirmek ve bazı taleplerin yerine gelmesini sağlamak gibi harikulade hallere mazhar olduklarına inanılmaktadır. Yine İncil’de havarilerin tebliğ faaliyetleri sırasında Hz. İsa’nın (A.S) yardımıyla, İnsanları kötü ruhların tesirinden kurtardıkları, hastaları iyileştirdikleri zikredilmektedir. Yine eski Türkler’de harikulade hallere mazhar olan Kamlar’ın, her derde deva buldukları, gaipten haber verdiklerine inanılırdı. Bigânelerin kerameti de beş çeşittir:

1. Mecazi keramet– Bu harikulade haller bâtıldır şeytanidir. Hile ve vehimden ibarettir. Bu mecazi keramete nail olanların dostu şeytandır ve bunlar şeytana musahhar olmuşlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Şeytanın hâkimiyeti, sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar üzerindedir” (Nahl 16/100).

2. Keramet-i mükâfatı– Kul yaptığı amele göre harikulade hallere nail olur. Bu harikulade hallere ulaşanlar kilise ve manastırlarda halktan uzak uzlet hayatı yaşayanlardır. Az yerler, az içerler, dünyaya tamamen sırt çevirirler. Fakat Hak yolunu bilmezler, kendilerine ne öğretilmişse onu hak zannedip ona göre amel ederler. Bunlar cennete giremeyeceklerdir. Zira inanmayan insanlar cennete girmez. Cenâb-ı Hak onların mükâfatını bu dünyada verir. Mükâfatları da yüce Allah’ın kendilerine verdiği ikramlardır. Bunların kerameti ile müminlerin kerameti arasında şu fark vardır: Mümin ile gayri müslim beraber keramet iddia ederlerse gayri müslimin karşısında müminin kerameti zuhur eder, fakat gayri müslimin kerameti müminin karşısında zuhur etmez.

“De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl, yok olmaya mahkumdur” (İsrâ 17/81) âyet-i kerimesi de buna işaret eder.

3. Keramet-i şeytani– Şeytani keramet kâfir ve mümin herkeste zuhur edebilir. Bu nevi kerametlerin çoğu mümin âbidlerde ve gayri müslim âbidlerde zuhur eder. Şeytan, mümin âbidleri yaptıkları hayırlı amelden vazgeçirmek için onlara keramet gösterir. Gayri müslimleri de cesaretlendirmek için, yani yaptıkları günahı daha da fazlalaştırmaları için onlara keramet gösterir. Allah Teâlâ bu hususta şöyle buyurmaktadır: Iblis, “Senin şerefine andolsun ki içlerinden ihlâslı kulların hariç, elbette onların hepsini azdıracağım’ dedi” (Sâd 38/82-83).

4. Keramet-i dalâleti– Bu harikulade hallere nail olanlar, Hak dinden uzaklaşmış, Allah Teâlâ’nın dergâhından kovulmuş kişilerdir. Bunlardan bir kısmı puta veya ateşe tapan din önderlerinden bir şeyler öğrenip puta, ateşe tapmaya başlar. Câmi, Ünsü’t-Tâibin adlı eserinde bu konuda şöyle bir menkıbe de rivayet eder: “Hindistan’da bir grup insan seve seve kendisini puta kurban etmektedir ve bu esnada bir cin ortaya çıkıp, ‘Ben falan kişiyim, geri döndüm. Puta tapın ve ona hizmet edin; zira kim puta çok hizmet ederse ahirette huzurlu ve mutlu olur’ deyip aniden kaybolur. Cahil insanlar bu gibi rivayetleri duyunca gerçek sanır ve dalâlete düşerler.” Allah Teâlâ da şöyle buyurmaktadır:

“Kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse, ameli iyi olan kimse gibi mi olacaktır?” (Fâtır 35/8).

5. Keramet-i vehmi– Bu tür keramete örnek olarak, Hindistan’da bir grup insanın kırk gün boyunca yemeden, içmeden yaşamlarını sürdürmeleri ve bunun neticesinde hayali bazı şeyler görüp gördükleri bu şeyleri hakikat sanmalarını gösterebiliriz.

Câmi, bundan sonra mucize ve keramet arasındaki farkı da şöyle izah eder: “Mucize, peygamberlerin gösterdikleri olağanüstü hallerdir. Mucizelere inanmak farzdır ve inanmayan kâfir olur. Keramete inanmak ise farz değildir, ancak inanmayan ehl-i bid’at olur. “O, keramet ve mucizenin farkını üç maddede sıralar. Bu farklar Kuşeyri’nin ortaya koyduğu farklarla hemen hemen aynıdır:

1. Peygamberler mucizeyi gizlemez, izhar eder; velilerinse kerametini gizlemesi gerekir.
2. Peygamberler, mucizeyi peygamberliğini ispat için bir delil olması hesabıyla izhar eder; veli ise veliliğinin ispatı için keramet gösteremez.
3. Peygamberlerden başka kimse mucize gösteremez, mucize sadece peygamberlere özeldir; keramet ise diğer müminlere özeldir. Ancak kâfirler de harikulade haller (istidraç) gösterebilir.

Câmi, pek çok keramet izhar etmiştir. Bir gün dostları, ona izhar ettiği kerametler konusunda şöyle bir soru yöneltirler: “Önceki velilerin kitaplarını okuyor ve kerametlerini duyuyoruz. Fakat sizde zahir olan haller çok az kimsede görülmüştür. Bunun sebebi nedir?” Câmi, “Allah’ın dostlarının yerine getirdiği her çeşit riyazeti fazlası ile yerine getirdim. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, onlara verdiği kerametleri fazlasıyla bana ihsan etti” der.

Câmi’nin izhar ettiği birçok keramet, Makâmât-ı Jen-depil adlı kitapta toplanmış ve kitap Seyyidüddin Muhammed Gaznevi tarafından 1340 (1924) yılında neşredilmiştir. Bu eserde Şeyh Ahmed-i Câmi’nin toplam 386 kerameti nakledilmektedir. Menkıbe ve kerametlerinden bazıları şöyledir:

Kendisinden Dört Yüz Sene Sonra İmâm-ı Rabbâni’nin Geleceğini Haber Vermesi
Ahmed-i Câmi, “Her 400 sene başında mühim bir Ahmed gelir. 1000 tarihi başındaki Ahmed en mühimidir. Yani o elfin (bin) müceddididir” der. Görüldüğü gibi, burada hicri 1000 yılında gelen İmâm-ı Rabbâni’nin (K.S) geleceği, Câmi’ye, âlem-i manada bildirilmiş, o da geleceğini müjdelemiştir.

Ahmed-i Cami Nameki

Bigâne: Lugatta, “yabancı, tanıdık olmayan” anlamına gelir. Tasavvuf ıstılahında ise “ilgisi olmayan, süluke başlamayan, gayri müslim, inkarcı kimse” demektir (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 100).

Bunları da beğenebilirsiniz