Vird nasıl çekilir?
Kurtuluş zikre bağlı
Sadat-ı Kiram efendilerimiz, insanın ibadetinin kabul olabilmesi için evvela onun içindeki nefsi, kötü sıfatlardan arındırıp temizlemek istiyor. Çünkü nefiste kötü sıfatlar oldukça ibadetler kabul olmuyor. İbadetlerin kabul olmasındaki ikinci şart ise ihlastır. İhlas olmazsa ibadetler yine kabul olmuyor.
İşte tasavvuf, insana bunları vermeye çalışıyor. Nefsi terbiye etmeye, ihlası kazandırmaya çalışıyor.
Nefsi terbiye etmek için de kamil bir mürşidin nazarı, sohbeti, bir de vird dediğimiz zikir dersi lazımdır.
İhlası kazanmak için de muhabbet; mürşidin muhabbeti lazım.. Mürşidin muhabbeti için de sohbet, ziyaret ve yine vird dersi gerekir. İşte bakın vird ikisinde de birleşmiş oldu. Vird bir taraftan ihlası kazanmak için muhabbetin artmasına fayda veriyor, öteki taraftan nefsin terbiyesine ve letaiflerin tekamül etmesine sebep oluyor. Sofî için kıymetli olan da kalp zikridir.
Büyüklerimiz bu yolda ibadetleri sınıflandırmışlardır. Başlangıçta amelinde ihlası kazanmamış, nefsi terbiye olmamış kişilere tavsiye ettikleri ibadetler; rabıta, vird, hatme ve sohbet olmuştur. Sadatlar bu derslerin üzerinde çok durmuşlardır. Bizden de öncelikle bunları yapmamızı istemişlerdir. Çünkü bize gelecek fayda bu ameller sayesindedir.
Bu ibadetleri yaptıktan sonra, artık Kur’an da okunsa, namaz da kılınsa, ne yapılırsa yapılsın hepsinden azamî derecede istifade edilir. Bu sebeple sevap kazanma derdinden kurtulmak ve vird derslerine bir an önce başlamak ve tamamlamak gerekiyor.
Ehl-i sünnet denilen doğru yolun alimlerinin bildirdiklerine uygun olarak itikadı düzelttikten sonra, ibadetleri yapmakla beraber, kalbi Allah Teala’nın zikri ile de süslemelidir. Tasavvuf yolunun büyüklerinden alınan vazifeyi sık sık tekrarlamalıdır. Bu büyüklerin yolunda, sonda ele geçecek olanlar başlangıçta yerleştirilmiştir. Bunların bağları, başkalarının bağlarından çok daha üstündür.
Kısa görüşlü olanlar, inansa da inanmasa da bu böyledir. Maksadımız, dostları teşvik etmektir. İnanmayanlara bir diyeceğimiz yoktur. İranlı (Farslı) bir şairin de dediği gibi:
Masal sanana, masal gibi olur
Kıymet bilene, çok faydalı olur.
Sözün kısası şudur ki ahirette kurtulmak, çok zikretmeye bağlıdır. Kur’an-ı Kerîm’de mealen şöyle buyrulmuş-tur:
“Allah’ı çokça zikredin ki kurtuluşa eresiniz” (Enfâi 8/45)
Bunun için, çok zikretmek lazımdır. Buna mani olan her şeyi düşman bilmelidir. Ahirette kurtulmanın ilacı, işte budur. En lüzumlu iş budur. Zira “Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur” (Ra’d 13/28).
Ahmed Rifâî hazretleri (K.S) el-Burhânü’l-Mü-eyyed adlı eserinde şöyle buyuruyor:
“Allah Teâlâ’yı zikretmeye devam ediniz. Çünkü zikir, Allah Teâlâ’ya kavuşmak (vuslat) için bir nevi mıknatıs, yakınlaşmak (kurbiyet) için de tutunacak sapasağlam bir iptir. Zikrullaha devam edenler, Allah Teâlâ ile sevinir. Allah ile sevinmiş olan, ona kavuşmuş olur. Zikrin kalbe yerleşmesi sohbetin bereketiyle mümkün olur.”
Ey bizden uzak duran! Zanneder misin ki bildiklerin sana yeterlidir, amelsiz ilmin ne faydası olur? İhlâs olmadan amel olur mu? İhlâs bile tehlike yolunun kenarında kalır. Seni ihlâslı bir kul haline getirdikten sonra amele sevkedecek, riya hastalığını tedavi edecek ve sana emin yolu gösterecek kimdir, bilir misin? Cenâb-ı Mevlâ şöyle buyurmuştur:
“Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun!” (Nahi 16/43).
Kalb-i selim istiyorlar
İmam-ı Rabbani hazretleri şöyle buyurmuştur: “Kendi üzerinize şefkatli bir anne gibi titremeniz ne zamana kadar sürecek? Kendiniz için üzülmeniz, dertlenmeniz ne zamana kadar sürecek?”
İnsan kendini ve başkalarını da ölü gibi görmedikçe ve hissiz ve hareketsiz idrak etmedikçe olmaz.
Daha sonra da, “Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler” (Zumer 39/30) mealindeki âyeti okumuş ve şöyle buyurmuş:
“Bu birkaç günlük dünya hayatında Allah’ı çokça zikrederek kalp hastalığından kurtulmak en mühim iştir. Bu kısa zamanda manevi hastalıkların ilacı Allah Teâlâ’yı hatırlamaktır. Maksatların en büyüğü olan kalp, Allah’tan başkasına tutulursa ondan ne hayır gelir? O zaman alçakları ve aşağılığı isteyen ruh, nefs-i emmareden daha aşağıdır.
Ahirette insandan kalp selâmeti isterler. Allah’tan başka bütün ilişkilerini kesmiş kalp isterler. Ruhun, Allah’tan başka şeylerden kurtulmasını ararlar. Ancak bizim gibi dar düşünceliler, daima kalp ve ruhumuzu başka şeylere bağlamak için sebepler arayıp dururuz.
Bu kapıda nefse yer yok
Vird çekme esnasında dilimiz damağımıza yapışır. İçimizden söylediğimiz Allah kelimesinin manasını düşünürüz. Onun kalbimizdeki sesini dinleriz; bunu her “Allah.. Allah..” deyişimizde yaparız. Kalbin illâ o kelimeyi söyleyip söylememesi değil o mananın kalbe yerleşmesi mühimdir. Burada kıymetli olan, kalbin her seferde, atışına uygun olarak “Allah.. Allah..” demesi değildir. Asıl önemli olan, “Allah” manasının kalbe yerleşmesidir.
Bu mana kalbe yerleşince devamlı Allah’ı hatırlama kabiliyeti kazanır insan. Yalnız kalbin atışına bağlı kalarak Allah kelimesi söylenmiş olsa; kalp dakikada altmış kere atıyor, biz de dakikada altmış kere “Allah … Allah..” demiş oluruz. Ama mana oraya yerleşirse kesintisiz binlerce kere “Allah … Allah…” söylenmiş gibi olur. Onun için biz, yalnız kelimenin manasını düşünüp bu manayı kalbe yerleştireceğiz. İnsan o manayı kalbe yerleştirdiği zaman artık kelimenin anlamına takılıp kalmaz.
Mesela, yolda giderken elinde tesbih olan insanlar görürsünüz; aklı, gözü başka yerde, tesbih de elinde durmadan çeviriyor; alışmıştır. Acaba o esnada tesbihi şuurlu mu çekiyor? Yoksa sıradan bir alışkanlık mı? Şuursuz bir şekilde “Allah” denirse bunun kıymeti olmaz. Kalbi “Allah” kelimesinin manası yerleşirse insan devamlı şuurlu olur. Onun için mananın evvela kalbe yerleşmesi lazımdır. Çünkü kıymetli olan budur.
Vird çekerken lisan-ı hal ile, “Göklerin ve yerin Rabb’i kimdir?“26 (Ra’d 13/16) buyuran Rabbimiz’e, “Allah’tır” diyerek cevap vermiş oluruz. Çünkü kalp Allah’ın evidir. Biz de “Allah” diyerek bu kapının tokmağını vurmuş oluruz. Allah kelimesini sadece lisan ile söylemek kâfi değildir. Onun manasını kalbe yerleştirmek gerekir.
Peki, “Allah” kelimesinin manası kalbe yerleşince ne olur? İşte o zaman Peygamber Efendimiz’in (SAV) tarif ettiği “ihsan makamı” elde edilmiş olur. İhsan makamına ulaşan kişi, sanki devamlı Allah’ı görür gibi yaşamaya çalışır. O’nun huzurunda duruyor gibi hisseder kendini. Nereye çıksa, nereye baksa Allah Teâlâ’yı görür gibi olur. İşte Sadat-ı kiram efendilerimiz bizden bunu istiyor. Bizi virdle, zikirle tedavi ederek o hale getirmeyi murat ediyorlar.
Büyüklerimiz, bu yolda sevap kazanma davasını da gütmemişlerdir. Çünkü vird esnasında mesele tesbihin sayısı değildir. Bir defa bunu aklımızdan çıkartmamız gerek. Çünkü sevap kazanmak, nefsin bir isteğidir. Oysa Nakşibendîlikle nefsin isteğine yer yoktur. Gerçek Nakşibendî, ibadetini nefsi için yapmaz. Allah Teâlâ’nın rızası ve sevgisi için yapar. İşin içine nefis girince, Allah Teâlâ’nın yanında o işin kıymeti kalmaz; hiçbir değeri olmaz.
Sevap istemek nefsin isteğidir. Cennet nefsin talebidir. Ama Allah’ın rızası elde edilince zaten O seni cennetine koyar. Allah’ın rızası, cennettedir, cehennemde değil! Çünkü cehennemde Allah’ın rızası değil gazabı vardır. Allah razı olduğu vakit, seni zaten cennetine koyacak; ama senin maksadın sevap olmasın! Bütün gayen, O’nun sevdiği işleri yapmak ve ibadet edilmeye sadece O’na layık olduğunu idrak etmek olsun.
Rabia El-Adeviyye hazretlerinin yanına iki zat gelmiş. Aralarında biraz sohbet etmişler. İbadetten bahsederlerken. Rabia El-Adeviyye hazretleri sormuş:
-“Sen niçin ibadet ediyorsun?” O kimse,
-“Cehennem korkusundan ibadet ediyorum” diye cevap vermiş. Diğerine de sormuş o da,
-“Ben de cennete girmek için ibadet ediyorum” demiş. Rabia El-Adeviyye hazretleri,
-“Yazık, çok yazık, demiş. Biriniz sopayla, diğeriniz de ücretle çalışan köleye benziyorsunuz. Hani Allah için çalışmak?” demiş.
Sofilikte üç şiar var
“Rabıta, hatme ve vird müridin kalbini temizler. Kalp temizlenmeden Allah Teala’nın sevgisi içeriye girmez.
Dr.Ahmet ÇAĞIL