Ruhun ilahi huzura ulaşması
Şeyh İbnü’l Benna ruhun ilahi huzura nasıl ulaşacağını açıklayarak demiştir ki; “Bütün diri nefisler (ruhlar), varlıkların hakikatin! bilip idrak edecek durumdadır. Onları ancak bedenler, günaha sevkeden nefişler ve şeytan engellemektedir. Her kim onlarla cihad ederek ruhun önündeki engelleri kaldınrsa, yerinde oturup onlarla mücadeIe etmeyenlere harikulade şeyler gösterir.”
Muhakkak süfîtere göre nefis, akıl, kalp, ruh ve sır tek şeydir. İnsan bedeninde tek bir rabbanî latife vardır. O, bu bedenle bütünleşmiş ve onun kafesinde hapsolmuştur. Bu latife, değişik durum, tavır ve terakkisine göre farklı isimler almıştır. O, şehvetlerin ve isyanların karanlığı içinde kaldığı sürece, ona, “nefis” denir. Günahlardan sakınıp uzaklaştığında ona, “akıl” denir.
Taatlere alışıp ısındığında fakat kendi tedbiri, tercihi ve bedenin işleri içinde dönüp durduğunda ona, “kalp” denir
Allah ile huzur bulup O’na razı olduğunda ve aslının nurunu müşahede edip basireti açıldığında ona, “ruh” denir.
Maddiyattan arınıp sadece manevi bir cevher olduğuna ona, “sır’ denir. İşte, aslı Allah’ın sırlarından bir sır olan cevher budur. Allah Teâlâ, onun hakkında buyurmuştur ki:
-“De ki: Ruh, Rabbim’in emrindendir” İsrâ 17/85). Yani O’nun sırlarından bir sırdır. Ruh aslı itibariyle (ilk haliyle) olmuş ve olacak şeyleri bilmekteydi, varlıkların hakikatini idrak etmişti. Cenâb-ı Hak, hikmetini ortaya koymak, kudretinin azametini göstermek ve her şeyi hükmü altına aldığını bildirmek için ruhu, bu kesif (katı ve karanlık) beden dahil edince, ruh, aslından perdelendi, bu ilim ve idrak ondan uzaklaştı, bu topraktan yaratılmış bedenin işlerini çekip çevirmekle meşgul olarak Allah’a verdiği sözü ve bildiklerini unuttu. Beden ruhu, kendi aslına meylettirdi ve onu şehvetlerinin içine daldırdı.
Bu şehvet ve arzular da bir hikmet icabı ruhtan kaynaklanmaktadır. Ruh ise, asıl mahalline ve yuvasına ulaşma özlemi içindedir. Yuvasına ulaşmak için harekete geçtiğinde, kendisinin beden kafesiyle sarıldığını görmektedir. Bundan dolayı çok defa izzet ve ululuk perdeleri gerisinden gelen cezbe ile coşup raksetmekte ve şatahat türü sözler söylemektedir.
Allah kendisinden razı olsun, Şeyh Ebû Meyden el-Mağribî bu konuda nazım halinde demiştir ki:
-“Ey Sevgili, sizin haberlerinizden bahsetmek bizi harekete geçiriyor. Eğer içimde sevginiz olmasaydı, harekete geçmezdik.
Vecde gelenleri bundan men edene de ki: Bizimle birlikte aşk şarabını tatmadıysan, bizi kendi halimize bırak.
Ruhlar, Allah’a kavuşma şevkiyle harekete geçtiğinde, ey manadan cahil kimse, şunu bil ki bedenler de raksetmeye (aşk ile dönmeye) başlar.
Ey genç konmuş kuşu görmüyor musun? O, vatanını hatırladığında yuvasına ulaşmak için inler.İçindeki bu hasretinin yanık, yanık ötüşüyle ortaya koyar. O öttüğünde akıl sahipleri etkilenip bir hoş olurlar.
Kuş, yuvasına ulaşma şevkiyle kafesinde dönüp durur; o sırada içi dışı (maddesi manası) bütün azaları titrer.
Ey genç, Allah’ı sevenlerin ruhları da böyledir. Yüce âlemlere ulaşma şevki onları titretir. Ruh, yüce sevgilisine ulaşma şevkiyle yanarken, biz ondan nasıl sabredip sakin olmasını isteriz. Manayı müşahede edenin, sabretmeye gücü yeter mi?
Ey insanların tattığı sevgiyi tatmayan içi boş kimse, Allah aşkına bizi kınama ve hakkımızda ileri geri konuşma!
Sevgi adına ne söylüyorsak, sözümü tasdik et. Çok defa şevklerimiz bizi sardığında, biz gafletten uyanıp kendimize geliriz.
Sevgilinin adını ve yâdını işittiğinde kalplerimiz titrer; vecdlerimizin gizlenmesi gerekmezse, onu açıklarız.
İçimizde öyle saklı ve gizli sırlar vardır ki eğer onları açıklayacak olsak kanımınız dökülür, canımızdan olurduk.
Ey âşıkları coşturan kasideci, kalk kaside söyle, sevgilinin ismini terennüm edip bizi rahatlat. Aşka gelip sarhoş olduğumuzda ortaya çıkan sırrımızı gizle. Bizden yadırgadığın bir şey görürsen, müsamaha gösterip affet.
Şüphesiz biz güzel halde olduğumuzda akıllarımız da hoş olur. Aşk şarabı bizi sardığında ise aklımız baştan gider üstümüzü başımızı paralarız!
Manevi sarhoşluk haline düşen kimseyi kınama. Biz aşk sarhoşluğuna düşünce, bizden yükümlülük kalkar (yaptıklarımızdan sorumlu olmayız).”
Şeyh Ebû Medyen’in sözleri burada bitti.
Sonra bil ki nefis, akıl, kalp, ruh ve sırrın ayrı ayrı tavırları vardır. Her birinin ilim ve idrakte ulaştığı nokta farklıdır.
Nefsin ilim ve idrakte ulaştığı nokta, varlıkların dışındaki süs ve şekillere aldanarak onların zahirinde kalmak, onlardaki tecellilerden ibret almamak, sadece nazlarını ve kötü arzularını tatminle meşgul olmaktır.
Aklın ilim ve idrakte ulaştığı nokta, kâinattaki bütün varlıkların bir yaratıcıya (sanatkâra) muhtaç olduğunu bilmektir. Akıl, kâinattaki sanatı kabul eder ve onu sanatkârına nisbet eder. Bunun dışında, akılla bilinecek şeyler de aklın ilim ve idrak sahasına girer.
Kalbin ilim ve idrakte ulaştığı nokta, ağyarı terkederek ve nurları talep ederek yüce yaratıcısına yönelmektir. Kalp, bağlardan kurtulunca yüce Mevlâ’sını talep eder ve bütün gücüyle ona yönelir.
Ruha gelince, ruhun ilim ve idrakte ulaştığı nokta, ceberut âleminin sırlarını elde etmek için, melekût âleminin nurlarına yönelmektir. O noktada ruh, manevi seyrin yorgunluğundan kurtulmuştur fakat asıl sırrı elde edememiştir.
Sırra gelince, sırrın ilim ve idrakte ulaştığı nokta, ceberut âleminin sırlarıdır. Sırrın gözü, melekûtun nurlarına takılıp kalmadan ileri geçmiştir. Bu, manevi seyrin sonudur. Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz varılacak son nokta, Rabb’inedir” (Necm 53/42).
Allah kendisinden razı olsun, Şeyh Ebü’l-Abbas-ı Mürsî, bu makam hakkında bir beytinde şöyle demiştir:
“Eğer nefislerin şiddetle sarsıldığı ve akıl dağlarının uflanıp yok olduğu (ruhun, beden hapsinden kurtulup müşahedeye ulaştığı) günü görseydin, Hak güneşinin, nurunu her tarafa yaydığını görürdün. Ogün her şeyin şiddetle sarsılıp yok olduğu ve er kişilerin (Allah dostlarının) ortaya çıktığı gündür.”
Demek istiyor ki eğer nefsinden uzaklaşsan ve aklına bağlanıp kalmasan, Rabb’inin nurlarını görürdün.
Kısaca, ruhun aslî vatanına, geldiği mahalle dönmesine beden engel olmaktadır. Oraya dönecek olsa, ilk halinde olduğu gibi varlıkların hakikatini bilip idrak eder.
Bedenler, ruhu saran kafesler ve onu perdeleyip örten elbiseler gibidir. Bedenler, ruhu aslına dönmekten engellemektedir, çünkü bedenler kuru balçıktan, kara topraktan yaratılmış karanlık yerlerdir. Beden, yaratılışı icabı sadece yemek, içmek, giyinmek gibi cisme bağlı arzularına meyletmektedir. Onlara daldığı sürece, beşeriyet perdesi kalınlaşmakta ve maddi yönü kuvvetlenmektedir. Bu durumda nurun perdesi kalınlaşmakta ve beden kafesinin içine dalmaktadır.
Kulu, insanların arasında itibar, makam, mevki, övülme ve anılma sevgisi gibi kötü arzularının peşinde çekip götüren nefisler de böyledir.
Bu kötü arzuları, kibir, haset, kızma, gazap, saldırganlık, kin, fakirlik korkusu, rızık endişesi, tamah ve mal hırsıyla zenginleri sevme, fakirleri hakir görme gibi çirkin huylar, ayıp ve kusurlar takip eder. Bütün bunlar, ruhu perdeleyen ve onu asıl vatanına yükselmekten engelleyen manilerdir. Bu hastalıkları tedavi için tasavvuf ilmi ortaya konmuştur.
Aynı şekilde şeytan da vesvese, kötülüğe teşvik ve onu süsleyerek ruhun yükselişine engel olmaya çalışmaktadır. Şeytan, insana çok haset etmekte, bunun için ona önce inkârı, sonra isyanları, peşinden taatlerden geri kalmayı, gösterişi ve yaptığını beğenmeyi süslemektedir. Ruh, bütün bu engellerden kurtulunca, aslî vatanına döner, hakikat ilimlerini elde eder. Şeyh İbnü’l-Bennâ,
-“Her kim onlarla cihad ederek ruhun önündeki engelleri kaldırırsa, yerinde oturup onlarla mücadele etmeyenlere harikulade şeyler gösterir” sözüyle buna işaret etmektedir.
Bedenin cihadı, onu azgınlığa sevkeden sebepleri keserek olur. Bu da az yiyip az içerek, fazla elbise ve uyku derdine düşmeyerek gerçekleşir.
Bunu gerçekleştiren kul, ancak Allah’ın taatine kuvvet kazanmak için yemek yer. Bedenini muhafaza için elbise giyer. Çünkü o bunu, Allah’ın bu konudaki emrinin sırrını bilerek yapar. Uykusunu ancak bedenini ve aklını dinlendirip onları Allah’ın taatinde dinç bir şekilde kullanmak için uyur.
Ayağını ancak Allah’ın sevap vereceğini beklediği işlerde atar. Oturunca ancak Allah’a isyan olmayan yerlerde oturur. Arkadaşını ancak ona Allah’a itaatte yardımcı olacak kimselerden seçer. Rehber olarak ancak onu Allah’a ulaştıracak kimselere tâbi olur. Böylece bütün hallerinde Allah için, Allah’ın emrine uygun şekilde amel etmiş olur.
Nefisle cihad, onu alıştığı kötü şeylerden uzaklaştırarak olur. Bu, ona hoşlanmadığı işleri yükleyerek ve onu sevdiği şeylerden uzaklaştırarak gerçekleşir. Nefsin sevdiği şeylerin en büyüğü üç tane olup onlar, makam, dünya ve kadın sevgisidir.
Şeytanla cihad, Allah ile meşgul olup şeytandan uzak kalarak olur. Şeytana gerçek düşmanlık, senin hakiki sevgilinin muhabbetiyle meşgul olmandır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
-“Şüphesiz şeytan sizin için bir düşmandır, öyle ise siz de onu düşman edinin” (Fâtır35/16). Allah Teâlâ şunu demek istiyor: Ben de sizin dostunuzum, beni dost edinin ki düşmanınıza karşı size yeteyim.
Ruhu, asıl mahalline yükselmekten alıkoyan bir diğer engel kaldı ki o da insanlardır. Gerçekten insanlar, onlara karşılık vermekle ve kendilerini memnun etmekle meşgul olup onlara takılıp kalanlar için, en büyük engel ve en büyük perdedir.
Onlardan gönlüyle uzaklaşıp içlerine dalan kimseye gelince, onlar bu kimse için, yüce yaratıcılarını tanımada terakkiye yardımcı olurlar. Allah kendisinden razı olsun, şeyhlerimizin şeyhi Abdurrahman Meczûb, şu sözüyle bu duruma işaret etmiştir:
-“İnsanlar, benim için bir bahçe gibidir; ben onlardan (ilâhî marifet adına) istifade ederim. Onlar (bazıları için) en büyük perdedir. Arifler için ise marifete giriş onların içinde olur.”
İbn Atâullah-ı İskenderi “Hikem” adlı eserinde demiştir ki:
-“Allah, insanlara bağlanıp kalmayasın diye onların eliyle sana sıkıntı dokundurdu. Hiçbir şey seni O’ndan alıkoymasın diye de seni her şeyden rahatsız etti.”
Hikem sahibi, şeytan ve nefis hakkında da şöyle demiştir:
-“Şeytanın senden gafil olmadığını bilince, sen de varlığını elinde bulunduran Allah’tan gafil olma. Allah, seni kendisine sığındırmak için şeytanı sana düşman kıldı. Devamlı O’na yönelmen için de nefsi sana karşı harekete geçirdi.”
Özetle, ruha perde olan bu dört engel yani beden, nefis, şeytan ve insanlar, onlara bağlanıp kalan kimseler için bir engel ve perdedir. Onlara takılmayan kimseye gelince, bu şeyler onun için marifet elde etmede yardımcı ve Hakk’a ulaşmada merdiven görevi yapmaktadır.
Bu şeyler arifleri Allah’a sevkeder, ilâhî huzura yöneltir; onlarla mücâhedeleri sayesinde veli olurlar ve manevi seyirleri gerçekleşir. Eğer nefisler olmasaydı, Hakk’a gidenlerin seyri gerçekleşmezdi. İki zıddın arasını birleştiren, onlarla hakikati ortaya çıkaran Allah ne kadar yücedir.
Aynı şey, bir yönden dost, diğer yönden düşman olabilmektedir. Hakikatte durum şudur: Yüce sevgili, kapısına birtakım bekçiler (ve engeller) koymuştur. Bu şekilde, sevgisinde samimi olanlarla yalancı olanları ortaya çıkarmaktadır. Sevgisinde samimi olanlar, her türlü engeli aşıp ilâhî huzura girerler. Sevgisinde yalancı olanlar ise, en küçük engele takılıp geri dönerler. Allah, her şeyi en iyi bilen ve her işini hikmetle yapandır.
İbnü’l-Bennâ, “Bu engellerle mücadele ederek ruhun önündeki engelleri kaldıran kimse, yerinde oturup kalan kimseye nice harikulade şeyler gösterir” sözüyle şunu demek istiyor: Kim, bu üç veya dört engelle mücâhedeye girişirse, Allah Teâlâ ona, birtakım kerametler ve harikulade şeyler ihsan eder. Bu kerametler maddi veya manevi olur. Kulda, içinde bulunduğu her makama ve sahip olduğu hale uygun bir harika durum gözükür.
Kim, bedeniyle mücâhede ederse, onda maddi kerametler gözükür. Bu kerametler bazan zahirî ibadetler yoluyla gelir; bunlar, taatlerin manevi tadını almak ve Cenâb-ı Hakk’a münâcâtın lezzetine ulaşmak gibi güzel hallerdir. Bunu şu hadis-i şeriften anlıyoruz:
-“Kim, Allah için gözünü harama kapatırsa, Allah ona öyle bir ibadet nasip eder ki tadını kalbinde bulur. ”
Yahut bu kerametler, su üzerinde yürümek, havada uçmak, yerin dürülmesi (tayyi mekân), yırtıcı hayvanların kulun emrine boyun eğmesi, gaybdan yiyecek ve içecek almak ve bunların dışında harikulade cinsinden maddi kerametlerdir.
Nefisle yapılan mücâhedenin neticesinde manevi kerametler ortaya çıkar. Bunlar, gizli ilimleri anlamak, geniş bir anlayışa sahip olmak, yakîni elde etmek, âlemlerin Rabb’ini müşahede etmek, nefislerin ona boyun eğmesi, insanların gözünde heybet ve celâl sahibi olmak gibi güzel hallerdir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
-“Allah, kulları içinde ancak merhamet sahiplerine merhamet eder.”
Ruhun ilahi huzura ulaşması
Mürşid ile Tevbeye Mecbur muyuz?
Vird Ne Demektir?
Cezbe Nedir, Ne Demektir? (1)
Seyda Hazretlerinin Bir Kerameti