Günaha ve günahkara bakışımız
Kusurlarımızın ve hatalarımızın hoşgörülmesini isterken, başkalarının kusurları büyüyor gözümüzde. Kötü haline şahit olduğumuz bir müslümanın din kardeşimiz olduğunu unutuveriyoruz. Kalbimizdeki katılık dilimize yansıyor.
Elbette her günahta Alemlerin Rabbi’ne bir isyan, O’na karşı her isyanda ise ateş var. Ama ateşe düşen kişi müslüman kardeşimiz. Öyleyse günaha ve günahkâra tavrımız ne olmalı?
Yüce Rabbimizin yasakladığı işlerin tamamı günah kavramı içine girer. Günahın büyük küçük olarak ayrılması neticeleri ile ilgilidir. Büyük veya küçük, her bir günah gaflet, cehalet veya ihanet ile haddi aşmaktır.
Günahın aslına yani hikmetine gelince bu konuda birkaç hususa işaret etmekte fayda var:
Günah, bir yol ayırımıdır. Onunla, Mevlâ’sını seçenlerle hevasını tercih edenler birbirinden ayrılır. İtaat ve isyan meydanında müttaki ile mücrim, zâkirle gafil, edepli ile edepsiz belli olur.
Diğer bir yönüyle günah, aklın tartıldığı, sevginin ölçüldüğü bir mizandır. Onunla herkesin akıl seviyesi bilinir, gönlünün kıblesi belli olur, sevgi derecesi ölçülür.
Günah sırlı ve hikmetli bir imtihandır, ilahî hükmün tezahürüdür, adaletin yani hak edilen azabın delilidir, ilahî ikazın sebebidir, kulun acizliğinin, zayıflığının ve gafletinin ispatıdır.
Aslında günah bir derttir; kulu ilaca ve doktora yöneltmelidir. Yani günah ile kalpte açılan yara, kulu Rabbinin rahmet kapısına, şefkatine ve merhametine koşturacak bir sebep olmalıdır.
Allah’ın verdiği ümit
Günah deyince akla kötülük, gazap, azap, ateş, şeytan, nefs, gaflet, karanlık ve vefasızlık gelir. Evet, günah ilk haliyle kötü bir işi yapmaktır. İlahî gazabı üzerine çekmektir, azaba ve ateşe giden yola adım atmaktır, şeytana uymaktır, nefsin hevasına kapılmaktır, gaflet içinde olmak ve karanlığa dalmaktır. Yani yüce Mevlâ’ya karşı vefasızlık yapmaktır. Bütün bunlar kulun nefsinin davetine “evet” deyip onu hoşnut etmesinden kaynaklanır. Ataullah İskenderî k.s. der ki:
“Her günahın, gaflet ve şehvetin aslı, kulun nefsinden razı olmasıdır. Her taatın, manevi uyanıklığın ve iffetin aslı da, nefsinden razı olmamasıdır.”
Nefse itimat ve hevaya itaat izzet değil, sadece zillet getirir. Peygamberler bile nefslerine güvenmeyip ondan Allah’ın rahmetine sığınmışlardır. Hz. Yusuf a.s., “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Şüphesiz nefs devamlı kötülüğü emreder. Ancak Rabbimin acıyıp korudukları onun şerrinden güvende olur.” (Yusuf, 53) dedikten sonra, diğer insanların nefsine güvenmesi nasıl doğru olur?
Ancak hasta kimsenin ilacı özlemesi, doktorun yolunu gözlemesi gibi, günah hastalığına yakalanan kimsenin de ilahî rahmeti özlemesi ve Rabbinin merhametini istemesi günahın gizli hikmetleri içindedir. Cenab-ı Hak:
“De ki: Ey (günah işleyerek) nefslerine zulmeden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Şüphesiz O bütün günahları bağışlar. Muhakkak O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” (Zümer, 53) ayetiyle bütün kullarına bu ümidi vermiştir. Hz. Peygamber s.a.v.’in şu haberi bütün günahkârları tövbeye koşturacak bir müjdedir:
“Kullar hiç günah işlemeseler, Allah onların yerine günah işleyip sonra tövbe eden bir kavim getirir ve onları bağışlar. Çünkü O çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.”
(Müslim, Tövbe, 9, 11; Tirmizî, Cenne, 2; Ahmed, Müsned, 1/ 289, 2/305)
Bu hadis-i şerifte, günah işlemenin normal ve basit bir şey olduğu anlaşılmamalıdır. Burada dikkat çekilen husus şudur:
Cenab-ı Hakk’ın “Rahman”, “Rahîm”, “Gaffâr”, “Settâr”, “Tevvâb” gibi yüce isimleri vardır. O, bunlarla tecelli edip yüceliğini göstermeyi dilemektedir. Bunun ortaya çıkması için zâhirde bir sebep gerekmektedir. Bu sıfatların tecellisi için en güzel sebeplerden biri, kusur içindeki kulun hatasını anlayıp yüce Rabbine yalvarmasıdır. Aciz kula düşen, kusurunu anlayıp ağlamaktır. Yüce Allah’a layık olan ise affedip bağışlamaktır. Böylece kulların acizliği ve Mevlâ’nın yüceliği anlaşılmış olacaktır.
Kişi günahla ilgili küçük, büyük ayrımı yapmak yerine, o günahı kime karşı işlediğini düşünmelidir. Zira Yüce Allah günahın büyüğünü de küçüğünü de yasaklamıştır. Yine Ataullah İskenderî k.s. der ki:
“Allah sana adaletiyle muamele ettiğinde günahın küçüğü yoktur (her kusur azap sebebi olur). O sana lütuf ve ihsanı ile yöneldiğinde ise ortada büyük günah kalmaz (hepsini affeder).”
Bize düşen acizliğimizi idrak ederek her halde Yüce Rahman’a koşmaktır. Hikem Sahibi (Ataullah İskenderî k.s.) nin şu tespitlerini de paylaşalım:
“Olabilir ki, Allah sana taat kapısı açar ama kabul kapısı açmaz. Bazen bir günaha düşersin, fakat o günah senin (yapacağın tövbe ve dökeceğin gözyaşı ile) O’na ulaşmana sebep olur. Kulda zillet (acizliğini anlamaya) ve fakra (kalp kırıklığına ve boyun büküklüğüne) vesile olan bir günah, izzet ve kibre (kendini beğenmeye ve insanları hor görmeye) götüren taatten daha hayırlıdır.”
Farklı görüşlerin günaha ve günahkara bakışı
Ehl-i Sünnet’e göre ibadetler gibi günahlar da ancak yüce Allah’ın kazası, kaderi, hikmeti, iradesi ve hükmüyle olmaktadır. Kulun işlediği günahtan mesul olması veya iyilikten sevap alması, mükellefiyet ve sorumluluk şartlarını taşıdığı içindir. Bu şartlar, akıl, irade, güç, büluğ, ilahî daveti duymaktır.
Kul bu şartları taşıyorsa mükelleftir. Ancak kulun hayırlı amellere sarılıp günahtan korunması yine Allah Tealâ’nın yardımıyladır. Buna “hidayet”, “inayet” ve “rahmet” denir.
İmandan sonra günah işleyen kimse, yaptığı günahın haram olduğunu biliyor ve onu helal görmüyorsa imandan çıkmaz, fakat tövbe o kimse için farz olur. Tövbe etmemiş olmasına rağmen iman sahibi olarak ölürse, Allah o kimseye dilerse mağfiret eder, dilerse azap eder. Günahı ancak tövbe, istiğfar, ibadet ve salih ameller temizler. Allah Tealâ şirk hariç, diğer bütün günahları dilerse affedeceğini bildirmiştir.
Ehl-i Sünnet’in dışındaki bazı gruplar günah işleyenler hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bunlardan “Haricîler”, büyük günah işleyen kimsenin kâfir olduğunu ve cehenneme gireceğini söyler.
“Kaderiyye”, kaderi inkâr eden bir grup olup, yüce Allah’ın iyilikleri yaratacağını, fakat kötülükleri yaratmayacağını, kötü işleri insanın kendisinin yarattığını söylerler. Kendilerince Allah’ı kötülükten uzak görmeye çalışırken, günah işleyen kullar adedince yaratıcı icat edip Allah’a ortak koşarlar. Bu yönleriyle onlar, iyilik tanrısı kötülük tanrısı diye iki ilaha inanan Mecusîlere benzetilmiştir.
“Mutezile”ye göre, büyük günah işleyen kimse fâsıktır ve fâsık iman ile küfür arasında bir konumdadır. Tövbe etmeden ölürse ebedi cehennemde kalır. Fakat onun azabı kâfirin azabından hafif olur.
“Cebriyye”ye göre, kulun iyilik ve kötülük üzerinde hiçbir irade ve sorumluluğu yoktur. Kul kadere tabidir ve Allah dilediğini yapar. Kul kadere karşı rüzgârın önündeki yaprak gibidir.
“İbahiyye” denen sapık bir gruba göre ise, kul amel ve ibadetiyle belirli bir makama çıktıktan sonra Allah’a ulaşır. Bundan sonra kendi iradesi yok olur ve yaptığı her iş ilahî sevkiyatla gerçekleşir. Haram helal diye bir sınır kalmaz, her şey helal olur. Cüneyd-i Bağdâdî k.s. bu grubun, haram olduğunu bilerek büyük günah işleyenlerden daha zararlı olduğunu söylemiştir.
Hoşgörü nereye kadar?
Hoş görmek, hoş ve güzel olanı görmektir. Kötü, çirkin, haram ve yasak olanı güzel görmek değildir. Neyin iyi veya kötü, güzel veya çirkin, hoş veya nâhoş olduğunu insanın aklı, nefsi, örfü değil; Alemlerin Sahibi Yüce Allah bilir ve belirler. Müslüman aslını ve hikmetini anlamasa da İslâm’ın güzel, helal ve mübah dediği işlerin iyi; dinin günah, haram ve çirkin dediği işlerin ise kötü olduğunu kabul etmelidir.
Hoşgörülü olmak, kusur işleyip ondan kurtulmak isteyen kimseye merhamet ve sabırla yardımcı olmak, onun kurtuluşu için elden geleni yapmaktır. Merhametli bir doktorun hastalığa yakalanmış bir kimseye gösterdiği sabır, sevgi ve güleryüz ile sunduğu tedavi hizmeti gibi… Doktor zehir içen birine müsamaha gösterip hoşgörülü olmak adına, “Madem hoşuna gidiyor, tercihin budur, yaptığına saygım var, içmeye devam et.” demez, diyemez. Derse, hastaya iyilik etmiş olmaz.
Bizim tavrımız
Allah için sevmek gibi kızmak da hassas bir iştir ve zannedildiği gibi kolay değildir. Usulüne uygun olduğunda her ikisi de ibadettir. Özellikle Allah için kızmak güzel niyet yanında, ilim, sabır ve ölçü ister. Çünkü nefslerimiz kendini sevgiye, başkalarını kızmaya layık görür.
Günaha ve günahkâra karşı alınacak tavırda ölçü, edep ve ulaşılmak istenen bir hedef vardır. İmam Gazalî k.s. hazretleri günah işleyen herkese aynı şekilde muamele edilemeyeceğini, günahın cinsi ve etkisine göre alınacak tavrın farklılık göstermesi gerektiğini bildirmiştir.
Kainatta işlenen en büyük günah şirk ve inkârdır. Diğer tehlikeli bir günah bid’attir. Bid’at dinde olmayan fikir, fiil ve ibadetleri dine dahil etme çabasıdır. Bid’atçi olan kimse bunu bilerek yapıyor ve müslümanlara zarar veriyorsa, ilim ehli kimseler ona mani olur. Şahıs olarak müminler de onunla selamı, kelamı ve irtibatı keser, onu düşünceleriyle başbaşa bırakırlar.
Bilerek, açıktan, ısrarla günah işleyenlere fâsık denir. Fâsık, dinin hürmetini çiğnediği ve hayâ perdesini yırttığı için saygınlığını yitirir. Alimler kendisini ikna ve ıslah etmeye çalışır, tövbeye davet eder. Şahıs olarak müslümanlar, fâsık kimseden zarar görmesi muhtemel olan kişileri uyarırlar, tedbir alırlar. Ve düştüğü günahlardan kurtulması için onun ıslah ve hidayetini isterler. Eğer fâsıklığa devam ediyorsa o kimseyi Allah’a havale edip ondan uzaklaşırlar.
Peki içinde bulunduğu kötü halden kurtulmak isteyen ancak heva, nefs, şeytan, dünya, manevi zayıflık, yalnızlık veya cehalet gibi sebeplerle günahtan yakasını kurtaramayan kimselere karşı tavrımız nasıl olmalı?
Günahı değerlendirmede ölçü
Allah Tealâ, “O gün kimin iyiliği kötülüğünden fazla ise o kurtulmuştur.” (A’raf, 8; Kâria, 6) ayetiyle bizlere bir edep öğretmiştir. Yüce Rabbimiz, kullarının cennete girmesi için hiç günahsız olmalarını şart koşmuyor, cennete girmeleri için onların imanlı ölmeleri şartıyla iyiliklerinin fazla gelmesini yeterli görüyor.
Büyük sahabi ve müfessir İbn Abbas r.a. der ki: “Ahirette iyilikleri kötülüklerinden bir fazla olanın hayır terazisi ağır gelir ve sahibi kurtulur.”
Burada zikrettiğimiz ölçüden maksat, hayırlı amellerimize bir kota koymak, bir yeterlilik belirlemek değildir. Zira Allah Tealâ’nın rızasına talip olan bir mümin kendisi için bir yeterlilik koymadan O’nun rahmet ve marifetine yönelir. Hata ettiğinde ise derhal tövbe ederek Allah’a sığınır. Nefsimiz adına belirleyeceğimiz ölçü, her daim Hak Tealâ’ya yönelmeye gayret etmek ve haramlardan sakınmak olmalıdır.
Bu ölçü günaha düşmüş bir mümine cennet kapısının kapanmadığını bilmemiz ve nefsine karşı ona yardımcı olmamız için açıklanmıştır. Düştüğü bir günah sebebiyle bir mümin kardeşinin helak olduğunu düşünmek, ona aşağılarcasına muamelede bulunmak doğru değildir.
İmam Şafiî rh.a. bu konuda şöyle buyurur: “Devamlı itaat içinde bulunup hiçbir kusur etmeyen mümin düşünülemediği gibi, her zaman isyana dalıp hiç itaat etmeyen mümin de bulunmaz. Şu halde, iyiliği kötülüğüne, itaati isyanına galip gelen kimse adil ve iyi bir insandır.”
Düşene merhamet
Müminler için ağlamak ve istiğfar etmek, Allah Rasulü s.a.v.’in halidir ve bu Efendimiz s.a.v.’e verilmiş ilahî bir emirdir (Muhammed, 19). Tövbe edip hak yola giren müminler için istiğfar etmek Arş’ı taşıyan meleklerin de görevidir (Mümin, 7-9). Allah dostları da bu konuda Rasulullah s.a.v.’e ve meleklere uyarlar. Hata içinde gördükleri mümin kardeşlerine hayır dua ederler, affedilmeleri için Allah’a yalvarırlar, onların gaflet uykusundan uyanması için gece gündüz çalışırlar. Gafiller ve günahkârlar velilerin onlara karşı bu sevgilerinin ve sahiplenmelerinin sebebini bilmeseler de, Allah dostları yaptıkları işin şerefini, değerini ve gereğini çok iyi bilirler.
Onların insanlık için döktükleri gözyaşı gönüllerindeki ilahî aşktan ve sahip oldukları ilahî ahlâktandır. Bunun için sufilerden bir gruba, ümmet için ağlayanlar anlamında “Bekkâûn” adı verilir. Ümmetin derdiyle dertlenmeyenler onlardan değildir.
Hz. Ali r.a. der ki: “Kimde Allah’ın sünneti, Rasulullah s.a.v.’in sünneti ve Allah dostlarının sünneti yoksa onda hayır namına bir şey yoktur. Allah’ın sünneti, kulların gizli hallerini ve ayıplarını örtmektir. Rasulullah s.a.v.’in sünneti, insanları idare etmektir. Allah dostlarının sünneti ise, insanların eza ve sıkıntısına sabretmektir.”
Âriflerden Ebu Abdullah-ı Meğaribî k.s., “Kim, günaha düşenlere rahmet gözüyle bakmazsa o kimse hak yoldan çıkmıştır.” der.
Günaha düşen kimsenin amelini hoş görmemekle beraber şahsına merhamet nazarıyla bakmamak, Allah için ona yardım elini uzatmamak kibir alametidir. Kişinin günaha düşmemek konusunda nefsine güvendiğinin bir işaretidir. Kibir ise gönül gözünü bağlar. Kişinin, “Ya günaha düşen ben olsaydım!” demesine engel olur. Bu sebeple âriflerden Şakik-i Belhî k.s.: “Kim kötü hale düşmüş birine acımazsa, onun kendisi en kötü haldedir.” buyurmuştur.
Allah dostlarından Maruf-i Kerhî k.s. isyana düşen birini görünce, onun affedilmesi için dua eder ve şöyle derdi: “Allah Tealâ, Peygamber Efendimiz s.a.v.’i insanların kurtuluşu ve onlara rahmet olması için gönderdi. Lanetlenmiş şeytanı ise insanları helak etmek ve onları kötü hallere düşürmek için gönderdi. Bize düşen Allah Rasulü s.a.v. gibi insanlara merhamet etmek, rahmet vesilesi olmaktır.”
Kusur kimde?
İnsanların ve özellikle müminlerin kusurlarını araştırmaktan zevk almak şeytanın ahlâkıdır. Bu ahlâk kimde varsa o kimse şeytana yoldaş olur. Rasulullah s.a.v. Efendimiz buyurmuştur ki:
“Kim dünyada bir müslümanın kusurunu örterse, Allah da dünya ve ahirette onun kusurunu örter. Kim de bir müslüman kardeşinin gizli kalması gereken hallerini ortaya çıkarıp yayarsa, Allah da onun gizli ayıp hallerini ortaya çıkarır, onu evinde de olsa rezil eder.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, 3/248., nr. 6381)
İmam Gazalî k.s. kusur arama hastalığına düşenlere manevi bir reçete olarak şu tavsiyede bulunur:
“Kardeşini kınayıp ayıplamaktan kurtulmanın yolu insanın kendi halini düşünmesidir. Sen kardeşinde bir kusur gördüğün zaman, onu suçlamadan önce kendinde her gün gördüğün ve bir türlü terk edemediğin kusurlarını düşün. Kendi nefsini ıslah edemediğin gibi, kardeşini de mazur gör. Bir kusuru ile onu kötülemeye kalkma. Kusursuz insan nerede?
Sen Allah Tealâ’ya karşı kusur içindeyken, başkasının sana karşı işlediği kusuru da çok görme. Çünkü senin ondaki hakkın Allah Tealâ’nın senin üzerindeki hakkından daha büyük değildir. Kusursuz insan arayan kimsenin, herkesi terk edip bir köşeye çekilmekten başka çaresi yoktur. Asıl aranan, insanın iyiliğinin kötülüğünden fazla olmasıdır. Kerem ve şeref sahibi mümin daima iyiliklere bakar. Tabiatı bozuk münafık ise insanlarda hep kusur arar.”
Abdullah b. Mübarek k.s. hazretleri demiştir ki: “Mümin daima mazeretleri kabul eder. Münafık ise hep kusurlara göz diker. Daima kusur arayan kimse öyle bir şer içindedir ki, ondan Allah’a sığınmak gerekir.”
Bir gün Hz. İsa a.s. ashabına;
– Bir arkadaşınız uyurken rüzgâr elbisesini açsa ne yapardınız, diye sordu. Onlar da:
– Onu örtüp kapatırdık, dediler. Hz. İsa a.s.:
– Hayır, aksine onun avretini açardınız, dedi. Ashabı:
– Bunu kim yapar ki, dediler. Bunun üzerine Allah’ın Peygamberi:
– Sizden biriniz kardeşinin uygunsuz bir iş yaptığını duyar. Sonra duyduğu söze kendisi de birşeyler ekler ve onu büyüterek insanlar arasında yayar. İşte bu yaptığınız onun avretini açmaktır, buyurdu.
Zünnun-ı Mısrî k.s. hazretlerine:
– Kiminle arkadaşlık edelim, diye sorulunca:
– Hastalandığın zaman ziyaretine gelen ve bir günaha düştüğünde senin için Allah’a yönelip istiğfar eden kimseyle arkadaşlık et, buyurmuştur.
Müminin kendisi ile davranışlarını ayırabilmek
Günaha düşen bir din kardeşimize karşı nasıl muamele etmemiz gerektiği hakkında şu ayet-i kerime müminler için yol göstericidir:
“Eğer sana isyan ederlerse; ‘Ben sizin amelinizden uzağım’ de.” (Şuara, 216).
Dikkat edilirse, ayette isyan edenin şahısı ayrı tutularak “amelinizden uzağım, de” buyruluyor. Demek ki bir müslümanın işlediği bir kusur sebebiyle kendisine değil, fakat işlemiş olduğu kötü amele Allah için buğzedilmesi gerekir.
İbrahim en-Nehaî rh.a. buyurmuştur ki: “Kardeşin bir günah işlediği zaman onunla alakayı kesip terk etme. Çünkü kardeşin bugün günah işlediyse bile belki yarın o günahı terk eder.”
Bu yönüyle günahkâr karşısında dinimizin öngördüğü tavır, günahı sebebiyle hiç kimsenin ötekileştirilmemesidir. Özellikle günümüzde müslüman toplumlardaki bölünme ve savrulmaların temelinde bir kusuru sebebiyle kişileri derhal yaftalamak, dolayısıyla ötekileştirmek hastalığı yer almaktadır. Keskin saflaşmaların, kışkırtıcı kamplaşmaların zayıf ve işlevsiz bir topluluk meydana getireceğine şüphe yoktur.
Kalbi her an Allah’ın feyz ve rahmetine talip olan bir mümin nasıl olur da gördüğü bir kusurundan ötürü kardeşlerini ümitsizlik karanlığına iter? Onların düştüğü kötü halden kurtulmalarını niçin arzu etmez? Neden kardeşleri ile kendisi arasına düşmanlık tohumları eker?
Maneviyat semamızın yıldızları olan Ashab-ı Kiram’ın birbirine sıkı sıkıya bağlı bir topluluk olduğunu biliyoruz. Konuyla alakalı onların tavrına örnek teşkil edecek pek çok hadiseden biri şöyledir:
Hz. Ömer r.a.’ın Allah için kardeş olduğu birisi Şam’a gitmişti. Hz. Ömer r.a. Şam’dan Medine’ye gelen bir zata:
– Kardeşim ne yapıyor, diye durumunu sordu. O da:
– O şeytana kardeş oldu, dedi. Hz. Ömer r.a.:
– Sus! O nasıl söz, buyurdu. Adam:
– O büyük günahlara daldı, hatta içki bile içiyor, dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer r.a.:
– Şam’a dönerken bana haber ver, dedi.
O zat dönerken kendisine uğradı. Hz. Ömer r.a. kardeşine şu şekilde bir mektup gönderdi:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
Hâ-mîm. Bu kitabın indirilişi Aziz ve Alîm olan Allah’tandır. O günahları bağışlayan, tövbeleri kabul eden, bununla birlikte azabı da şiddetli olan, ihsanı bol bir Allah’tır. Ondan başka ilah yoktur. Dönüş ancak onadır.” (Mü’min, 1-3) ayetlerini yazdıktan sonra, kendisini uyardı. Şam’daki kardeşi mektubu okuyunca ağladı ve:
– Şüphesiz Allah Tealâ doğru söylemiştir. Ömer de bana O’nun ayetiyle nasihat etti, dedi ve tövbe ederek günahlardan vazgeçti.
Şunu unutmamalı ki, mümin kusur içinde bulunsa da din kardeşi için kıymetlidir. Çünkü o, Allah’a ve Rasulü’ne iman etmiştir. Bu sebeple nefsine mağlup olduğu zamanlarda kendisine yardımcı olmalı, kusurunu anlayıp terk etmesi için usulünce uyarmalı ve dua etmelidir. Din kardeşliği, arkadaşlık ve vefa bunu gerektirir. Büyük veli Abdülaziz Debbağ k.s. bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Arkadaşı kötü duruma düştüğünde ona yardımcı olmayan, kendisiyle ilgilenmeyen kimse gerçek arkadaş değildir. Sırf iyilikler üzere kurulmuş arkadaşlık ve beraberlik gerçek arkadaşlık değildir.”
Ebu Hüreyre r.a. rivayet etmiştir ki, içki yüzünden ceza verilen bir kimseye oradakilerin beddua etmesi üzerine
Rasulullah s.a.v. şöyle buyurdu:
“Böyle söylemeyiniz, kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayınız! ‘Allahım onu affet, onu doğru yola ilet. Allah sana acısın.’ deyiniz.”
Elimden kim tutar?
Bir musibete veya günaha düşenin elinden tutmak, dinî bir görevdir. Günah işleyen kardeşine acımak ve ona yardım eli uzatmak mertlerin ve merhamet ehlinin işidir. Efendimiz s.a.v. bu konuda:
“Sizden biriniz diğer kardeşinizin aynasıdır. Öyleyse onda bakana eziyet verecek kötü bir hal görürse, onu ondan gidermeye baksın (tövbesine yardımcı olsun).” (Buharî, Edebü’l-Müfred, 238; Tirmizî, Birr, 18, 1929) buyurur.
Abdullah ibn Mesud r.a. der ki:
“Bir kardeşinizi günaha bulanmış görünce, ‘Allahım onu perişan et, ona lanet et’ gibi ifadelerle beddualar ederek şeytana yardımcı olmayın. Allah’tan, kendinizle beraber onun için kurtuluş ve afiyet isteyin. Rasulullah s.a.v.’in ashabı: ‘Bizler, ne durumda öldüğünü görmeden hiç kimse hakkında kesin bir hüküm vermezdik. Eğer iyi bir hal üzere ölürse onun hayra ulaştığını bilirdik. Fakat kötü bir halde ömrü biterse, onun adına korkardık.’ derlerdi.”
Koynumdaki yılanı haber veren
Hz. Ömer r.a. demiştir ki: “Bana ayıp ve kusurlarımı gösteren kimseye Allah rahmet etsin.”
Meymun b. Mihran k.s. arkadaşlarına derdi ki: “Nefsimin hoş karşılamadığı ikaz ve nasihati yüzüme karşı söyle, arkamdan çekiştirme! Çünkü bir kimse kardeşinin sevmediğini yüzüne söylemedikçe ona samimi davranmış olmaz.”
İmam Gazalî rh.a. konuyla ilgili şu mühim tespiti yapar: “Kardeşinin, senin kurtulman için bir kusurunu söylemesi, elbisenin içine girip seni öldürmeye hazırlanan bir yılanı veya akrebi haber vermesine benzer. Şayet bu senin hoşuna gitmiyorsa sen tam bir ahmaksın demektir.
Kötü huylar yılan ve akrep gibidir hatta onlardan daha fenadır. Çünkü yılan ve akrep belki senin dünya hayatının sona ermesine sebep olur. Ancak kötü huylar ebedi saadetinin mahvolmasına sebep olurlar. Bunun için, sana kusurlarını hatırlatan kimseye kızmak şöyle dursun, rahmet okumalısın.”
Düşmanlığa düşman ol!
Mert insan, önce kendi kusurlarını araştırır, kendi cehaletine üzülür. Kendi yaptığı boş işlere kızar, kalbini saran hastalıklara ağlar. Diğer insanların kusurlarını affetmek için mazeret arar. Hanesinde binbir kusur bulunan bir kimsenin aleme nizam vermeye kalkması ve başkalarında gördüğü en ufak kusurları bile affedememesi tam bir gaflet ve cehalettir.
Üstad Bediüzzaman rh.a. hazretlerinin gönüllere rehber olan sözleriyle yazımızı bitirelim:
“Düşmanlık etmek istersen, kalbindeki düşmanlık duygusuna düşman ol. Onu içinden defetmeye çalış. Sana en fazla zarar veren, devamlı kötülüğü emreden nefsindir, kötü hevandır. Sen onların ıslahına yönel. Bu muzır nefsin hatırı için müminlere düşmanlık etme. Eğer düşmanlık etmek istersen kâfirler, zındıklar çoktur, onlara düşman ol. Evet; nasıl ki muhabbet sıfatı sevilmeye layık olduğu gibi, düşmanlık sıfatı da nefret edilmeye layıktır.
Müminin aslî hali cömert ve iyiliksever olmaktır. Senin ona yapacağın ikramlar onu sana bağlar. Sana kötülük yapan bir müminin aslını düşün. Bil ki o mümin iman yönünden büyük bir şerefe sahiptir. Fakat şu yaptığı kötü iş yüzünden kınanacak bir hale düşmüştür. Evet; kötü bir adama, ‘iyisin, iyisin’ desen iyileşmesi; iyi bir adama, ‘kötüsün, kötüsün’ desen, kötü olması mümkündür. Hem bunun günlük hayatta örnekleri çoktur.
Bir de şu var: Mümin kardeşinden sana gelen bir fenalığı tamamen ondan görüp, onu mahkûm edemezsin. Çünkü her iş ilahî takdir ile meydana gelir. Her işte kaderin (ilahî takdirin) bir hissesi vardır. Bu kader ve kaza hissesine karşı itirazla değil, razı olarak karşılık vermen gerekir.
İkinci olarak, o kusurda nefsin ve şeytanın hissesi vardır. Onların hissesini ayırmalısın. Bu durumda, o adama düşmanlık değil, belki nefsine mağlup olduğundan acımak ve pişman olacağı zamanı beklemek lazımdır.
Üçüncü olarak, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör. Mümin kardeşinin sana yaptığı o kötülüğün bir sebebi de senin Yüce Allah’a karşı işlemiş olduğun gizli kusurların olabilir. Onun için bir hisse de ona ver.
Sonra, mümin kardeşin için geriye kalan küçük bir hisseye karşı en selametli ve hasmını en çabuk mağlup edecek yolu seç. Af ve müsamahaya sarıl. Ona karşı büyük bir şefkat göster. Böylece zulümden ve zarardan kurtulursun.”
Beddua Talebi
Maruf-i Kerhî k.s. hazretleri bir grup talebesiyle Dicle kenarında otururken yanlarından bir kayık geçti. Kayıktakiler, önlerindeki içki ve benzeri şeylerle eğleniyorlardı. Talebeleri:
– Efendim, şu günahkâr topluluğa beddua edin, dediler. Maruf-i Kerhî k.s.:
– Allahım, onları dünyada sevinç içinde kıldığın gibi ahirette de sevindir, diye dua etti. Yanındakiler:
– Biz beddua edin demiştik, siz ise hayır duada bulundunuz, dediler. Maruf-i Kerhî:
– Bir müslümana beddua etmekten Allah’a sığınırım. Allah Tealâ onları ahirette sevindirmek istediği zaman kendilerine dünyada tövbe nasip eder ve günahlarını affeder, dedi.
Günah Kuyusundaki Kardeş
Ashab-ı Kiram’dan Ebu’d-Derda r.a. günah işlemiş bir adama rastladı. Adamın etrafındakiler kendisine sövüp sayıyor, işlediği günahtan dolayı onu kınayıp duruyorlardı. Ebu’d-Derda r.a. adamlara:
– Bu haliniz nedir? Siz bu kardeşinizi bir kuyuya düşmüş görseniz onu çıkarmaz mısınız, diye seslendi. Oradakiler:
– Çıkarırdık elbette, dediler. Ebu’d-Derda r.a.:
– Öyleyse, kardeşinize kötü kötü konuşmayı bırakın! Size sıhhat veren ve bu tür şeylerden uzak tutan Allah’a hamdedin, dedi. Onlar:
– Sen bu duruma kızmıyor musun, diye sorduklarında, Ebu’d-Derda r.a.:
– Ben ona değil, yaptığı işe kızıyorum. Yaptığı kötülüğü terk edip tövbe ettiği zaman, o yine benim kardeşimdir, dedi.
Uzanan Kardeş Eli
İki mümin Allah için kardeş olmuştu. Bir tanesi günahlara müptela oldu. Etrafındaki insanlar diğerine:
– Onunla alakayı kesip terk etmeyecek misin, diye sorunca şu cevabı verdi:
– Bu nasıl olur! Kardeşimin içine düştüğü durumdan kurtulması için asıl şimdi bana ihtiyacı var. Ben onun elinden tutarak, kendisini yumuşak şekilde uyarmak ve düştüğü halden dönmesi için Allah’a yalvararak kendisine yardımcı olmak niyetindeyim.
Dilaver Selvi
Himmet
Mürşid ile Tevbeye Mecbur muyuz?
Yorumlar kapalı.